13 Aralık 2011 Salı

(UN) Decided




Kararsız kararlılıklarım var.
Aklımda bu cümleyle beni yoran kalabalığın içinden çıkıyorum aceleyle. Kendimi dışarı atıyorum ve pişman oluyorum ilk kez kaçtığım ortamdan. Sokak daha kalabalık keşke diyorum içeride kalsaydım da yükselen müzik sesi ve ettiğim muhabbet iç kalabalıklarımı bastırsaydı. Sokakta yürümeye başladığımda üstüme geliyor hepsi. Kalabalıktan yalnızlığa hasret kalmışlığımı hatırlıyorum ama yalnızlığımda bir kişi bile hissedemiyorum kendimi. Omzuma, koluma, yüzüme çarpa çarpa geçiyor iç kalabalıklarım yanımdan.
Sonra düşünmeye ve yürümeye başlıyorum. Ay’ı tepeye yerleştirip sevmediğim bir şehrin, sevmediğim sokaklarında yürüyorum. Evet o dolunayı oraya ben koymuştum. Ne ilk dördünden dolunaya döndüğü son günde ne de son dördüne meyletmişti. Tam dolunaydı. Öyle seviyordum. Altında kumlara uzanıp yıldızlara bakmak ya da şarap içip kayığa yaslanarak geçirdiğim hayatımdaki en mutlu yaz akşamlarına arka fon yapmak için koymadım bu sefer. Sadece o karanlık ve kalabalık sokaklarda yürürken beni aydınlatması için koymuştum o gün. Belki iç kalabalıklarıma ve kararlı kararsızlıklarıma ay ışığı iyi gelirdi.
Kaçıncı aynı yanılsamaya düşüşün ve bildiğini tekrar edişin dedi iç kalabalığım. Epeyce oldu, saymadım dedim. Yaşadığım durumun, olayın ya da düşünce şeklimin bana bişey katmayacağını hatta benden bir şeyler alıp götüreceğini adım gibi bildiğim halde bu halleri yaşamaya devam etmemin sebebi neydi diye sordum. Kaldığı yerden devam etmeyecek ya da en önemlisi benim istediğim gibi akmayacakken zaman neden amaçsızca deniyorum ve olabileceği yanılgısına kapılıyorum dedim sessizce. Ama kafasını toprağa gömüp gövdesini unutan deve kuşu misali iç kalabalıklarımın bunu duyduğunu hesaba katmadım ve korktuğum soruyu sordular. Neden zorluyorsun ki o zaman?
Üstüme cevabı zor olan bu soruyla gelen iç kalabalığıma bağırarak “deniyorum” dedim. Bir olasılık belki bu seferkinde ben doğruyum. Belki diyorum iki kişinin konuşarak çözemeyeceği, anlaşamayacağı bir durum yoktur yargımı kırarım sizde benden özür dilersiniz. Sözler bitmez ve hep araya virgül ya da noktalı virgüller koyarak devam edebilirim diyorum. Hem o kadar yer varken neden sığamayalım ki kocaman dünyaya ölünce bal gibi sığacağımız 2 m2 lik mezara. Olur ya da olmayanı oldurturum görürsünüz siz diyorum işaret parmağımı kendimden emin tehditkar bir şekilde sallayarak. Hem sadece iki kişinin isteği samanlığı seyran etmeye yeterli iken işim kolay diye düşünüyorum. Zor olan, olmayacak olan ne olabilir ki.
Sonra bitişler aklıma geliyor bunları söylerken. Fark ediyorum, iddiam asılsız ve yalan dolu. Sen sonlarına hep üç nokta koyuyorsun ki diyor iç kalabalıklarım. Tamamlanmamış, açıklamak istemediğim, kalanı karşımdakinin anlamasını istediğim, yeterli olmayan eksik cevaplar verdiğim sonlarım. Üç nokta ne kadar da güzel durmuş sonlarım da. O’na, o olaya, o duruma, o düşünceye dair tek bir düşünce tek bir soru işareti kalmasın ve tekrar geri dönüşüm olmasın diye üç nokta kullanmışım hep. Bilirsiniz diyorum iç kalabalıklarıma haykırarak üç noktadan sonra ya satır başı ya da paragraf başı yapılır.
Sonra Ay’ı tepeden indirip Güneş’i asıyorum yerine ve iç kalabalıklarıma dönüp “deniyorum” diyorum. Yine inat edip yanılabilirim belki yenileceğim ama deneyeceğim. Mine Hanım’ın söylediği gibi diyorum; bu sefer -daha iyi- yenilmek için...