24 Kasım 2011 Perşembe

Sev-mi-yo-rum

Çikolatayı,
Yumurtayı, sütü, zeytini,
Karnıbaharı, pırasayı
Tavşanı,
Sorgulayanı,
Cevabı belli sorular soranı,
Lafı dolandıranı,
Söyleyeceklerini açıkça söyleyemeyeni,
Söylediklerini tekrarlayanı,
Bir şey söyleyeceğim deyip demeyeni,
Sorduğum soruya “bakarız” diyeni,
Hesap soranı,
Dürüst ve güvenilir olmayanı,
Empati yoksununu, sempatik olmayanı,
Sevmeyi bilmeyip bağlanmaktan kaçarım diyeni,
Entellektüel olduğunu zannedip kendini beğenmiş olanı,
Abartanı, abartıyı, avamı
Somurtkanı, huzursuzu, huysuzu
Kendinle dalga geçemeyeni,
Hazmedememişi,
Fazla düzenli ve planlıyı,
Takıntıyı, takıntılıyı, takanı,
Başka biriyle uyumayı, uyanmayı
Dokunulmayı,
Sarılarak uyuma romantizmini,
Herkesin kullandığı sevgi sözcüklerini,
Çok içiyorum deyip kolayca sarhoş olan adamı,
Sıcak havayı,
Kahve sevmeyeni,
Kırmızı dışında oje sürmeyi,
Pembe renkli herşeyi,
Sosyal medyadan birini tanımaya çalışanı,
Yazdığın satırları sana satanı,
İletileriyle laf sokanı, alıntı yapıp referans vermeyen fikir hırsızlarını,
Küçük Prens i çocuk kitabı zannedeni,
Arabesk ruhunu anlamayıp kıro diyen zihniyeti,
Moda diye kendine yakışmayanı giyeni,
Fazla dar pantolon giyen erkeği, giydiği topuklularla yürüyemeyen kadını,
Takı takan erkeği,
Buluşma saatlerine sadık kalmayanı,
Sıkıldığım yerde kalmayı,
Sorumlu tutulmayı, sorumlu olmayı,
Toplantıları, işle ilgili dosya hazırlamayı,
Haset insanları, haseti,
Sinsin gezen sinir büzeni,
İsmimi yanlış aklında tutanı,
Dağınıklığı, dağılmışlığı, dalgını,
Boş konuşup laf salatası yapanı,
Hiç mi hiç sevmiyorum.  

23 Kasım 2011 Çarşamba

Crash


Ben onu gördüğümde beyaz atından düşeli çok olmuştu. O halde ancak iki adım atıp o banka oturabilmişti. Çarpmanın ve ani gelişen kazanın etkisi ile şok geçiriyordu. Berbat görünüyordu. Üstü başı fena halde üzülmüşlük. Vücuduna hayal kırıklıkları batmış. Leş gibi de hüzün kokuyordu. Denizin tam kenarındaki, gizli yerim dediği Karşıyaka’dan karşı taraf manzaralı bankından kaldırdığımda paçalarından gözyaşları akıyordu. Hemen koluna girip yavaşça yürüterek eve getirdim. Önce üzerine saplanan hayal kırıklıklarını çıkarttım. Bazıları derisinin derinine kadar gitmişti cımbızla çıkarıverdim. Sonra yaşanmışlıkların verdiği derin çiziklerine zaman ve sabır bastım. Küçük sıyrıklarına ise azıcık zaman bastım. Sıyrıkları azıcık zamanla geçiverdi allahtan. Derin çiziklerden başka açık yaraları da vardı. Açık yaraları kapansın diye aktar gibi koyu kıvamlı macun gibi bir karışım hazırladım. Sabır, zaman, yeni hayaller kurabilme, isteme hepsinden koyup karıştırdım. Yaraların üzerine sürüverdim, kabullenme ile sıkıca sardım. Ben yaralarına bakarken o devamlı karnının ağrısından şikayet ediyor, olduğu yerde kıvranıyordu. Uzun zamandır midesinde uçuşan kelebekler onu iyiden iyiye kemirmeye başlayan çekirgelere dönüşmüş; dayanılmaz bir ağrı yapıyordu. Hemen çekirgelerin üzerine zaman gazından sıktım. Önce ters düşüp ölür gibi oldular. Sonra bi tekrar canlanır gibi oldular. Bu sefer daha kuvvetli zaman gazından sıktım. Bu sefer bayıldılar. Bundan sonra neyse ki biraz sakinleyebildi. Uzunca bir süre uyudu. Uyandığında epey iyi görünüyordu.
Bir süre sonra yine durumu kötüye gitmeye başladı. Dayanamamış. Kabuk bağlamış yaralarını kaşıyarak tekrar kanatmış. Söylendim biraz. Dayanamadım kaşıntısına dedi. Neyse dedim. Kopardığı yaralarına yine zaman ve sabır bastık. Derin olmayanlar geçivermişti, derin olanlar ise gittikçe iyiye gidiyorlardı. Bir iki ufak yeni çizikte oluşmuştu ama mühim değil onlarda 2-3 hafta zamanla geçecek yaralardı. Açık yaraları da epey toparlanmıştı. Yine zaman bastım ama bu sefer daha az. Çünkü fazla zaman basmakta sonradan vücudunda ödem yapabilirdi. Kopardığın yaraların izi kalacak dedim. Kalsın, yaşananları hatırlar bundan sonrakilerde bana daha az acı çekmem için yol gösterirler dedi. Haklısın dedim.

20 Kasım 2011 Pazar

Yan Yana Yürümeyelim Diye Dardı

"Yan yana yürümeyelim diye dar yapılmıştı kaldırımlar.
Ve yine yan yana yürümeyelim diye dar kafalıydı insanlar.
Ve sırf dardı diye kafalar düşünmeyi bırakıp sevmeyi denedik,
Sarılmak yakar bizi deyip aşkı hep uzaktan sevdik.”*


Yine müdavimi olduğumuz yerdeydik. Ayağa kalktı ve bana doğru yürümeye başladı.

Bende yürüdüm, yürüdü.
Gözlerimi kocaman açmış, yüzüme ortamdan uzaklaşmadım aldatmacasına yakışır anlamsız bir gülümseme takınarak dikkatle onu izliyordum. Anlatanın anlattıkları ve anlatıcı beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. Sıkıldığım her ortamdan, her koşulda kaçan ben için fazladan kalınmış zamanlar yaşıyordum sadece. Eminim anlatıcıda yine benimle ilgili bir şeylerden ya da vurdumduymazlığımdan şikayet ediyordu. Kendimi tamamen ortamdan soyutlamış o zamanları düşünüyordum. O an kafamda farklı perspektif açılardan güzel manzaraların olduğu; istediğim insanın bana doğru yürüdüğü benim ona koştuğum Türk filmi tadında sessiz bir filmde başrol oynuyordum.
İnsanların isteklerinin olmadığı ya da sizden beklediklerini alacağına inanıp alamadığındaki tepkilerine her zaman hayret etmişimdir. Sizin her kurduğunuz cümlenin satır aralarına kendince özel anlamlar yükleyerek beklentiye girmiş ve sizinde bu beklentilerini karşılamanızı bekleyen, seninle bir ilişki yaşamak istiyorum-seni seviyorum kisvesi altında son derece bencil ve sevgisiz olan kişileri anlamamışımdır. Her zaman fazlaca tehlikelidir bu kişiler. Sizden asla yapamayacağınız vaatler, veremeyeceğiniz sevgiler, söyleyemeyeceğiniz kelimeler, tutamayacağınız sözler isterler. Siz karşılığını vermedikçe huysuz ve hırçın olmaya başlarlar. Hatta bazıları saygısızlaşır. Sizin yara almış olduğunuzdan birlikteliğinizin olmadığına inanır, kendince size yardım etmeye çalışıp sizin ona fırsat vermediğinize kendini inandırarak aldım-verdim ben seni yendim kavgasına girerler. Aslında dönüp kendilerine bir an bile bakmamış devamlı karşısındakini ve durumu sorgulamış, tanımlama telaşı yaşayıp her konuşmadan sonra durum kargaşasına giren, karşındakinden ufacıcık bir şey bile beklemeden zaman geçirmenin yaşatacağı duygu orgazmından bir haber zavallılardır.

Karşımdakinin bana söyleyecekleri bittiği anda kendini benim gözümde yeterince değersiz olduğunu hissedebileceği nitelikte iki cümle ile konuşmayı sonlandırabileceğim, kısa ya da uzun vadeli tanışıklıklardan biri olacaktı sadece. Kafamdaki film ikinci perdeye geçmiş ve artık kötü adamların başrolü ele geçirmesi ile film keyif vermemeye başlamıştı. Ben de Türkan Şoray rolünü bırakıp şuh kahkahalar atan Suzan Avcı olmalıydım. Attığım mutluluk kahkahaları onun yanımda olmamasından dolayı ağlama hıçkırıklarım, sinirli haykırışlarım ise onunla konuşurken ki en keyifli halim gibiydi.
Ve yan yana yürüyemeyeceğimiz kadar dardı koridor, sırf göz göze gelmeyelim diye sağa döndüm.
Gözüne değersem yanarım diye sıkıcı konuşmalar yapmaya ve dinlemeye devam ettim.

* Charles Bukowski'den en sevdiğim dörtlük

16 Kasım 2011 Çarşamba

Fikr-i Seyahat Vol2: Brugge, Brussels, Volendam, Köln

07.11 / 08.11.2011

Yılmaz’ın dediği gibi yol bir yere gitmiyordu o bir susma biçimiydi; soğuk bir taşıtın uğultusunda. Aklımda bu dizelerle yola çıkmıştım. Yazın Toledo’ya giderken ki aynı duygularla Brugge yoluna başlamıştım. Orta Çağ kentleri galiba üzerimde böyle bir etki yapıyor ya da benim yoğunlaşıp, fazlaca yaşananları düşündüğüm zamanlara denk geliyor. Bilinmez. Üç saatlik Brugge yolunda biraz uyuklayıp, bol bol kitap okuyup ve kitabın tam ortasında yazmaya başlayarak bir yolculuk geçirdikten sonra Brugge’e varmıştım.


             
Brugge haritasını telefonuma kaydettikten sonra kenti gezmeye başlayabilirdim. İlk olarak Unesco’nun koruması altında olan Markt meydanından başladım. Bu meydanda bulunan çan kulesi ve etrafındaki orta çağ evlerin oluşturduğu görsel şölen çok güzeldi. Buranın havasını yemek yerken sindirmek üzere geride bırakarak Heilig-Bloedbasiliek a yani kutsal kan basilikasına yöneldim. Adını Haçlı seferleri sırasında getirilen İsa’nın kutsal kanından almaktaymış. Fakat içine girilmediği için kilisenin ve meydandaki hükümet binasının resimlerini çekmekle yetinebildim. Ardından Onze-Lieve-Vrouwekerk’ı –Lady mizin kilisesi-görüp tarihi turu tamamlayacaktım. Burası 122 metrelik koca silueti ile çan kulesinden daha da yüksekti. Michelangelo'nun Madonna ve çocuk heykeli de burada sergilenmekteydi. Dünya gözüyle İtalya’dan farklı bir yerde Michelangelo'nun eserini de görmenin haklı gururunu yaşadım, yaşıyorum. Tekrar Markt meydanına dönüp ara sokaklardan Brugge kanallarını gezmeye başladım. Brugge; dantelleri, kanalları, çikolata ve birası ile meşhur. Brug meydanındaki dantel dükkanlarına halam ve annem için baktımsa da alamadım, almadım. Hem pahalı, hem de anneme hediye olarak aldığımda “senin çeyizine kaldırayım kullanırsın kızım” cümlesini kuracağı için başıma dert almadan pas geçtim. Sadece ablamın koleksiyonuna eklemek ve değişik olması için dantelden yapılmış kitap ayıracı aldım. Tabi özenti kişiliğim benim neyim eksik abla benim niye yok dememesi için kendime de bir tane aldım. Dolaşırken aradığım kitapçıyı-Brugse Boekhandel-da bulmuştum. Gittiğim her ülkeden o ülkenin dilinde ya da bulabildiğim dillerde Küçük Prens kitabını alırım ve burada Felemenkçesini ve Almancasını bulmak benim için paha biçilemez bir mutluluktu. Bol bol kanalların fotoğrafını çektikten sonra aktivitesi ve sesi fazlaca yükselen midemi daha fazla dizginleyemeyerek Markt meydanında gözüme kestirdiğim restaurantlardan birine gittim. Buranın meşhur beyaz şarap sosunda yapılmış midye-mosselen-moules- patates ve meşhur Belçika birası ile kendime ziyafet çekmiştim. Midyeler için fikrim nerde benim İzmirimin Mardinli muhteşem midyecileri derim. Hiç beğenmedim ama biraları süperdi. İçimi rahat ve yüksek alkol oranı ile çarpması temizdi. Ben Leffe’in darkını ve Hoegarden denedim. İkisi de gayet başarılıydı bence. 
          
Kanalda yürürken takıldığım şu manzaranın farklı açılardan sayısız fotoğrafını çekmişimdir herhalde. Muhteşem değil mi?


Brüksel’e giderken ki durağım ilk olarak buranın sembolü olan ve kimyager ruhuma dokunan Atomium du. Andre Waterkeyn tarafından tasarlanmış olan bu devasa yapı 102 m. yüksekliğinde, dokuz çelik kürenin birleştirilmesi ile oluşuyor. Demirin iç merkezli kübik kristal yapısının 165 milyon kez büyütülmesinden yola çıkarak 6 ay gibi kısacık bir zamanda yapılmış. En yüksekteki 18 m çapındaki küreye hızlı merdivenlerle çıkarak Brüksel'i görmek gerçekten ilginçti. Bu arada hızlı merdiven lafın gelişi oluyor uçan merdiven gibi bişeydi. Ayrıca bu topun içindeyken kendimi disco topunun üzerindeki parıldayan aynalar gibi hissettim. Onlar kendilerini nasıl hissediyor bilmem ama ben onlar gibi hissettim.
Brüksel’in benim zihnimde yerleşen ismi “tatlı şehir” olarak kalacak. Çikolata sevmeyen, buzdolabında şans eseri alınmış bir çikolatayı yemeye tenezzül etmeyen insanın bile 3 tane yemesine sebep olacak kadar lezzetli çikolataları var. Şehirde dolaşmaya başladığınızda vitrinlerde gördüğünüz çikolata ve wafflelar serotonin seviyenizin ve haklı olarak mutluluğunuzun artmasına neden oluyor.

                 

Buradaki insanların mutlu hayat sürmelerinin nedeni; kişi başına düşen gelirin tatminkarlılığından mı, yoksa insanların 2 €’a bu muhteşem çikolatala+waffle lezzetini doyasıya yaşayabilmelerinden mi çözemedim. Buradaki bu mutluluk dolu geziyi Grand Place’in büyüsü ile yapmak ise muhteşemdi. Havanın kararması ile meydanın ve Hotel de Ville’in ışıkları göz kamaştırıyordu. İsminden otel olduğunu zannedebilirsiniz ancak belediye binası ve 1402'de Jacques Van Thienen tarafından yapılmış. Milyonlarca insanın büyülenerek baktığı bu binanın mimarı, yanlış yaptığı mühendislik hesaplarından dolayı kuleler arası mesafenin asimetrik olmasını kabullenemeyip intihar etmese olurmuş. Bence her zaman farklılık ve çeşitlilik güzeldir. Neyse bu da onun seçimi diyerek Brüksel’in sembolü olan 1619 yılında Jerome Duquesnoy tarafından yapılmış olan Manneken Pis heykeline-işeyen çocuk çeşmesi- yürürken davetkar kokulara dayanamayıp çilek ve muzlu waffleımı yedim. Çeşmenin okuduğum hikayesi ise şöyle; kral ulusal şenlikler sırasında tek ve biricik olan oğlunu kaybeder. Çocuk günler sonra Rue de l’Etuve’ün köşesinde işerken bulunur. Sonra bu köşeye olayı sembolize eden bronz bir heykel dikilir. Bu heykelin Bruksel halkı için neden bu kadar önemli olduğunu anlamasam da çikolatadan yapılmış olanı çok sevimli. Buradan sonra dönüş için kalan yarım saatimi Belçika biralarına adayarak geçirmek gayet cazipti. Aromalı biralarından denedim ama pek beğenmedim. Empas’ta Tuborg gençliği geçirip Efes’e geçmiş biri olarak aromalı bira damak tadıma hitap etmedi. Artık Amsterdam daki son akşamı yaşamak için 3 saat süren yolculuğa çıkmamın vakti gelmişti. Yola koyulduğumda yine aklıma Yılmaz’ın dedikleri gelmişti. Yol bir yere gitmiyordu o bir durma biçimiydi. Giderken aklımdan geçen yoğun düşünceler karar ve yargı aşamasındaydı. Tatil yazılarından sonra yazdıklarımla etkisini görebileceğinizi zannediyorum. Neyse Amsterdam da geçirdiğim son akşam için şehir merkezine vardığımda Rembrandtplein de bir puba gitmek ve ardından son kez coffeeshop akşamı yaşama fikri güzeldi. Otele döndüğümde yine ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise kaçınılmazdı.

Ertesi sabah uyandığımda kesinlikle akşamdan kalma bir haldeydim. Günü yeterince uzun yaşayacak olmam benim için kötüydü ama silkelenip kendime gelmek için gittiğim yerler bana yardımcı olacaktı. Bugünün programı Hollanda’nın meşhur peynirlerinin yapıldığı bir çiftlik ziyareti, Volendam ve dönüş uçağı için Köln’e hareketti. Tahmin edeceğiniz üzere çiftlik yolculuğu ve geçtiğim yerler tamamen bir sır perdesinin arkasında kalacak şekilde uyukladım. Gittiğim çiftliğin ismi ise not edilmeyi unutuldu. Fabrika gezisi ritüeli olarak peynir yapımı prosesini izledikten sonra fabrika satış mağazası tarzında bir yerden peynir aldım. Kahvaltıya dair hiç bir şey yemeyen bir kişilik olarak burada da rutinimi bozmayıp peynirleri tatmadan değişik olan denenmeli mantığıyla hareket ederek alışverişimi tamamladım. Bir kasabada bulunan bu fabrikada Hollada’nın meşhur yel değirmenlerinin bol bol fotoğrafını çekip ardından Volendam için yola çıktım.

           

Amsterdam’a bu kadar yakın olmasına rağmen fazlasıyla sessiz sakin bir sahil kasabasıydı. Tam filmlerdeki kafa dinleyip kitap yazmaya gidilen kasabalara benziyordu. Sahil boyunca soğuk havayı tüm ilik ve kemiklerimde hissederek yürüdüm. Buradaki hediyelik eşya satan yerlerden aile ve arkadaşlara bol bol magnet, anahtarlık ve biblo tarzı yeterli gereksizlikteki eşyaları aldıktan sonra limanı en köşeden gören D’Ouwe Helling adında bir restaurantta oturup buranın meşhur balıklarının tadına bira eşliğinde baktım. Gece 02:05’de olan uçağım için Köln’e gitme vaktim gelmişti. 5 saat süren yolculuğumun ardından akşam 9 civarında Dom meydanına varmıştım. Akşam tek bir kare güzel fotoğrafını yakalayamadığım muhteşem gotik mimariye sahip Köln Katedralini aklıma kazımakla yetinebildim. Çift kuleli katedralin uzunluğu 157 m ve kulelerinin uzunlukları birbirlerinden az da olsa farklı. Yapı Almanya´nın ikinci, Dünya´nın ise üçüncü büyük kilisesi. Katedralin girişinde gotik yapının izlerini açıkça görebileceğiniz İsa ve 12 havari heykelleri gerçekten çok etkileyiciydi. Bu görsel şöleni aklıma kazırken midem de boş durmayıp beni içten içe kazıyordu. Karnımı doyurmak için güzel ve şık bir İtalyan restaurantı buldum ve hemen pizzamı söyleyip tam bir İtalyan gibi davranarak şarap eşliğinde karnımı doyurdum. Artık havaalanına gitme vaktim gelmişti. Uçağım geç olsa da direk İzmir olduğu için çok şanslıydım. Bu şansıma yanımdaki iki koltuğun boş olması ve benim boylu boyunca uzanarak uyuyabiliyor olmam eklenince uçak korkusu şöyle dursun hostesler tarafından iniş için uyandırılmam güzelliği yanıma kar kaldı. İlk defa bir tatilimden son günden önce döndüm. Kesinlikle daha iyi oluyormuş. En azından tekrardan adapte olmak için zaman kalması güzelmiş. Bundan sonrada epeyce bir süre tatil görünmüyor ama Hollanda’nın sorgusuz sualsiz verdiği 6 aylık schengen vizesinin hakkını vererek 3 gün tek şehirlik bir seyahat olabilir. Bakalım geçen zaman ne gösterecek. Başka bir tatilde görüşmek üzere.

P.S:

*** Buraya koyabildiğim azıcık fotoğrafa aldanmayın 600 tane fotoğraf çektim. Yaşasın digital fotoğraf makinesi.

*** İmkanınız varsa mutlaka Amsterdam’ı özellikle Brugge görün. Gerçekten romantik ve nostaljik bir şehir.

*** Bol bol Belçika birası deneyin. Tatları mükemmel ama alkol oranı %10 dikkat derim.


*** Bol bol çikolata da deneyin. Çikolataları i-na-nıl-maz lezzetli. Belçika'ya özgü toffle çikolataları var yerken Intense reklamındaki Demet Evgar olabilirsiniz. Fiyatları da gayet uygun.

*** Bundan sonraki tatil hedefi kısa vadede bulunan ucuz uçak bileti ile tek şehir, yıllık izinde ise hayalim olan 7 farklı zaman diliminde hiçbir yere ve hiçbir şeye ait olmadan gezebileceğim Trans Sibirya yolculuğu. Zaman isteğimi gerçekleştirmek için umarım bana iyi davranır.








12 Kasım 2011 Cumartesi

Fikr-i Seyahat Vol1: Amsterdam,Rotterdam,Delft

05.11 / 06.11.2011

Tatil yazısıyla tekrardan bloga geri dönmenin haklı gururunu yaşıyorum. Alkışa gerek yok zira boşladığım için üzgünüm ancak çok yoğun iş temposu ve karışık hallerimden dolayı yazamadım. Neyse tatilimi anlatarak sizi keyiflendirmeye,kendimi de mutlu etmeye başlayayım çünkü uzunca bir süre tatil görünmüyor.Şöyle ki dört günü ikiye bölerek aktaracağım baştan söyleyeyim sonra aman da her gün ayrı ayrı anlatacaktın hani verdiğin sözler denmesin.Neyse başlayayım...
Uçağımın Cumartesi öğlen olması epeyce işime gelmişti çünkü Cuma akşamı saat 7 de geldiğim Antalya seyahatimden ve geçirdiğim çok yorucu üç günden sonra çantamı hazırlamaya dermanım bile kalmamıştı. Genellikle seyahate çıkmadan önce derinlemesine bir araştırma yapar,gideceğim yer hakkında bilgi edinir mutlaka küçük Berlitz kitabımı da yanıma alırım. Bu sefer çantamı hazırlayıp edindiğim kaynakların ancak ve ancak çıktılarını alıp, kitabımı bile havaalanı D&R ınından alabilmiştim. Bu durum işime gelmedi de değil.Böylece uçak anksiyetemle baş edebilmek için yeterli okunacak envanterim olmuş oldu. Artık kendime de itiraf ediyorum ki ben uçakta bir garip oluyorum  arkadaş. Korkmuyorum ama özgür olmadığım için bunalıyorum ya da net korkuyorum. Neyse dağıtmayayım uçakta önce çıktıları ve kitabı okuyarak Amsterdam için notlar aldım ardından ritüelimi yaparak Küçük Prensi’mi okuyup-ki her seyahate başlamadan önce mutlaka okurum- son olarak seyahat kitabıma geçtim.
Flughafen Dusseldorf Havaalanına yerel saat 6 da inip, Amsterdam a varmam saat 10:30 u bulmuştu.  Bu kadar kitabı aralıksız okumaktan ve haftanın yoğunluğundan dolayı ciddi yorgundum ama tatil için çalışan ve yaşayan kimliğim ağır bastığı ve Amsterdam a gelirken ufak şekerlememi yaptığımdan bu muhteşem Cumartesi gecesini kaçıramazdım. Çantamı otele bırakıp kendimi dışarı attım. Otelden edindiğim harita elimde, aklımda ise güzel müzik dinleyip bir şeyler içme fikri vardı sadece.Tek ihtiyacım olan şey yürümekti. Önce Rembrandtplein e yöneldim ordaki mekanlara bakınıp beni pek açmadığından ya da hala yürümeye ihtiyacım olduğundan Leidseplein e yöneldim. Methini duyduğum Paradiso ya girip canlı müzik dinleyip bir İngiliz grupla sohbet ettikten ve kafamın kaldırabileceği gürültü şiddetini de yeterli dozda aldıktan sonra ordan ayrıldım. Artık coffee shopa gitme vaktim gelmiş,geçiyordu bile. Gecenin sonunda 3 civarında otele döndüğümde kesinlikle ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise kaçınılmazdı.

Ertesi günün Pazar olmasından dolayı bütün ören yerleri kapalıydı ve en mantıklı gezi planı Amsterdam çevresindeki yerleri gezmek gibi görünüyordu. Gittiğim yerlerde mutlaka saatlerce müze gezer, sayısız fotoğraf çekerim ancak bu sefer müze gezebilmek benim için hayalden öteye geçemedi. Hiçbir müzeye tenezzül etmedim,edemedim.  Aslında bisiklet kiralayıp dolaşmakta kesinlikle bu Pazar günü için iyi bir fikirdi ama ben gittiğim yerde yürüyerek gezmeyi dar sokaklarda duvarlara elimi sürterek çocuklar gibi yürümeyi seviyorum. Sırtımda çantam, boynumda asılı fotoğraf makinamla ara sokaklarda kaybolurken kendimi buluyorum. Bu seferde bol yürüyüşlü çevre şehir turları benim için ideal olacaktı. Pazar gününün rotası belliydi.Rotterdam ve Delft. Kahvaltının ardından 1 saat uzaklıkta olan Rotterdam ilk durağımdı. Burası tam bir ticaret şehriydi. Büyük ve işleyen bir liman, her yerden çıkan tırlar ve deniz. Amsterdam'a oranla yüz ölçümü olarak çok daha büyük ancak nüfüs olarak daha küçük bir yerdi. Tabi buna Pazar günü faktörüde eklenince bir Avrupa şehrinde geçen Pazar gününde sokaklarda dolaşan tek kişinin ben olduğumu tahmin edersiniz. Bunun yanı sıra Rotterdam’da inanılmaz fazla Türk nüfusu varmış ve bir ritüeli de “Türkler her yerde arkadaş” diyerek tamamlamak istedim. Tamam tamam sustum. Burada sokakları tavaf edip bol bol fotoğraf çekip muhteşem liman manzarasına karşı kahvemi içtikten sonra burdan ayrılıp Delft'e hareket etme vaktiydi. Bu şehrin bana sunduğu en güzel şey ise Vermeer in İnci Küpeli Kız tablosunu dünya gözüyle görmek oldu. Vermeer resimde gölgeleme tekniğini kullanan ilk ressamlardandır ve ben tablolarını görmeyi çok istiyordum ki şanslıydım.

Delft için mavi biblo şehri desem hiç haksız olmam.Her yerde biblolar, mavi adamlar, kadınlar ve yaşlı amcalar doluydu. Ceren ve Özlem -ki benim en dostlarımdır kendileri-le bütün üniversite hayatımız boyunca annelerimizin bin bir emekle topladığı mavi ailelerle her içki masasında limiti aştıktan sonra dalga geçip eğlenmişken onlara buradan anı olarak birer mavi biblo almasam olmazdı. Onlara hediyelerini aldıktan sonra Subway den sandviçimi alıp dolaşarak yemek ve fotoğraf çekmek ise kesinlikle isabetli bir karardı. Burda da ara sokaklarda kaybolup kendimi bulduktan sonra artık geri dönüş ve kanal turu vakti idi.
Amsterdam ve kanallarını gezmek için en iyi seçeneklerden biri kanal turuydu bence. Bol bol fotoğraf çekip,bilgi almak içinde. Burada gezerken öğrendiklerim; Amsterdam a gider ve ilginizi çekerse evlerin dam larında makaralar olduğunu göreceksiniz. Amsterdam da evlerin ya da gittiğiniz yerlerde cafe,publarda v.s merdivenlerinin inanılmaz dar olduğunu da fark edeceksiniz. İşte insanlar taşınırken bu merdivenleri kullanamadıkları için evlerinin büyük camlarından makara yardımıyla eşyalarını taşıyorlar. Ayrıca evlerin çatılarının birbirinden farklı olduğunu da gözlemleyeceksiniz. Bu şekil ve yapı farklılıkları ev sahiplerinin meslek ve soylarının bir göstergesiymiş. Bir de Amsterdam da bütün devlet binalarında göreceğiniz 3 X simgesi var. Bu simge Ateş, Su ve Veba yı temsil etmekteymiş. Aslında bunlar tarih boyunca Hollanda nın savaş verdiği ögeler. Ateş ve Su hala devam ediyor tabi. Bu hayatınızın her alanında kullanacağınız elzem bilgileri de verdikten sonra devam ediyorum. Kanal turunu bitirdikten sonra artık Amsterdamı yürüyerek dolaşmaya kaldığım yerden devam edebilirdim.
Rotam büyük bir yuvarlak çizerek Amsterdam ı gezmekti. Waterloopleinde çiçek pazarından, Magere Brug u geçip, Heineken  Experince Museum önünden,Hard Rock Cafe önüne sallandığımda fazlaca yorulmuştum. Leidseplein de biraz H&M alışverişi yapıp mağazayı kapattıktan sonra lezzetinde sürpriz yaşamayacağım bir yemeği hak etmiştim. Böyle durumlarda tercihim her zaman İtalyan restaurantından yana olur. Aslında Arjantin steak restaurantlarının methini duymuştum ancak kırmızı etten pek haz etmediğim için rağbet etmedim. Dört peynirli yeterli incelikte ki pizzamı Heineken eşliğinde yedikten sonra yürüyüşe kaldığım yerden devam etmek için enerjim yerine gelmişti. Amsterdam’da kanalları çözmek kolay olmuştu. Öğrendiğim ip ucu ile alfabetik sırayı tersten takip ederek Prinsengracht, Keizersgracht, Herengracht, Singel Dam meydanına ulaşmıştım. Burada kahvemi içtikten sonra Damrak caddesine yönelerek burayı dolaştım.

                    


Sokağın hareketlenme ve vücudumun artık dinlenme vakti geldiği için Red Light District e gittim. Sokağı ve ara sokaklarını arşınladıktan sonra görece sokağa göre sakin ve bol kokulu bir puba oturdum. Pubda İsveçli bir kız grubuyla 10. dakika da kaynaşıp, 20. dakikanın sonunda ortamın etkisi ile muhteşem espriler yaparken kendimi buldum. İngiltere den bildiğim üzere kafam güzelken daha akıcı İngilizce konuştuğumu kendi kendime tekrar hatırladım. Fazlaca eğlenip güldüğüm güzel bir gece geçirdim. Otele döndüğümde kesinlikle ben ben değildim  güzel ve deliksiz bir uyku ise bu akşam da kaçınılmazdı.
 P.S:
*** Amsterdam kesinlikle yaşayabileceğim ikinci Avrupa şehri. Bütün Avrupa şehirlerinin ortasından geçen nehir-Amstel- etrafındaki yerleşim güzeldir. Amsterdam da bu doku muh-te-şem. Fazladan daha da şahanesi kanallar ve köprüleri. Bilirsiniz benim için köprüler özeldir.
*** Amsterdam "Özgürlüklerin Şehri" lafına hakkını veriyor ama en çok da özgürlük kelimesine. Evet bildiğiniz serbestlikler var ama kimse kimsenin haklarına tecavüz etmeden özgürlüğünü yaşıyor olması en güzeli. Zihninizde bu şehir için taşkınlıkların yaşandığı, hırsızlığın bol olduğu ve güvenliğin olmadığı fikri canlanıyorsa kesinlikle yanılıyorsunuz. Bir çok Avrupa şehrine oranla kesinlikle çok daha güvenli ve korumalı.
*** Red Light District için ise kırmızı ışık Bülent Ersoy u bile güzel gösterir derim. Cidden efsunlu bir ışık, kızlar çok güzel. Kızlarda gördüğüm fosforlu, parlayan iç çamaşırları ise can yakan cinstendi. Erkek mantığını anlayamayabilirim ama yine de cinselliği ne olursa olsun para ile yaşama zihniyeti çok itici. Dolaşırken gördüğüm ve hızlıca arkadaşlarından ayrılarak davetkar bayanların teklifine hayır demeyip açılan kapılardan içeri giren Türk erkek grupları ise nedense beni hiç şaşırtmadı.
*** Hollanda biralarına da değinmek isterim. Amstel net çirkin Heineken candır.
*** Paul Coelho’nun son kitabı Elif yolculuk içinde yolculuğu derinlemesine yaşayabileceğiniz güzel bir kitap tavsiye ederim.