9 Eylül 2012 Pazar

On The Bridge


Saatlerdir bakıyorsun gitmemiz lazım artık. Zaten dönerken geçeceğiz köprüden.

Aslında yok ya da var. Tek bildiğim fazladan kalınmış zamanlar yaşıyor olmam. Gitmem gerekiyor. Rüyadan uyanmam lazım kabusa dönüşmeden. Olmamam gereken yerlerde dolaşıyorum. Ayağım tökezleyip düşmeden yürüyerek uzaklaşmam lazım.
Mutlu muyum? İyi miyim? Memnun muyum? Cevapları yok.
Yoksa o bilindik hikayeyi mi yaşıyorum? Köprünün tam ortasında durmuşum. Önümde karanlığında savrulacağım, kuru dallarıyla beni sarıp kanatlarımı kıracağını bildiğim bir yol var. Arkamda bilinmezlik. Öylece ortadayım gardımı indirmiş, savunmasız. Soruyorum kendime: “Kimsin sen? Hangi taraftasın?”
Aşk mı, intikam mı?
Şevkat mi, hırs mı?
Mahkum mu, cellat mı?
Hep bir tarafı seçmen istenir zaten. Ama tam köprünün ortasındaysan 3. bir seçenek vardır.
Köprüde olmaktır işte o üçüncü seçenek. O da ateşe atlamaktır; belirsizlik ve aidiyetsizliğe.

Bilmediğim bir zaman sonra kalkıyorum yerimden ve dönüp cevap veriyorum. Vapurla karşıya geçelim mi köprüde olmak istemiyorum da…