13 Aralık 2011 Salı

(UN) Decided




Kararsız kararlılıklarım var.
Aklımda bu cümleyle beni yoran kalabalığın içinden çıkıyorum aceleyle. Kendimi dışarı atıyorum ve pişman oluyorum ilk kez kaçtığım ortamdan. Sokak daha kalabalık keşke diyorum içeride kalsaydım da yükselen müzik sesi ve ettiğim muhabbet iç kalabalıklarımı bastırsaydı. Sokakta yürümeye başladığımda üstüme geliyor hepsi. Kalabalıktan yalnızlığa hasret kalmışlığımı hatırlıyorum ama yalnızlığımda bir kişi bile hissedemiyorum kendimi. Omzuma, koluma, yüzüme çarpa çarpa geçiyor iç kalabalıklarım yanımdan.
Sonra düşünmeye ve yürümeye başlıyorum. Ay’ı tepeye yerleştirip sevmediğim bir şehrin, sevmediğim sokaklarında yürüyorum. Evet o dolunayı oraya ben koymuştum. Ne ilk dördünden dolunaya döndüğü son günde ne de son dördüne meyletmişti. Tam dolunaydı. Öyle seviyordum. Altında kumlara uzanıp yıldızlara bakmak ya da şarap içip kayığa yaslanarak geçirdiğim hayatımdaki en mutlu yaz akşamlarına arka fon yapmak için koymadım bu sefer. Sadece o karanlık ve kalabalık sokaklarda yürürken beni aydınlatması için koymuştum o gün. Belki iç kalabalıklarıma ve kararlı kararsızlıklarıma ay ışığı iyi gelirdi.
Kaçıncı aynı yanılsamaya düşüşün ve bildiğini tekrar edişin dedi iç kalabalığım. Epeyce oldu, saymadım dedim. Yaşadığım durumun, olayın ya da düşünce şeklimin bana bişey katmayacağını hatta benden bir şeyler alıp götüreceğini adım gibi bildiğim halde bu halleri yaşamaya devam etmemin sebebi neydi diye sordum. Kaldığı yerden devam etmeyecek ya da en önemlisi benim istediğim gibi akmayacakken zaman neden amaçsızca deniyorum ve olabileceği yanılgısına kapılıyorum dedim sessizce. Ama kafasını toprağa gömüp gövdesini unutan deve kuşu misali iç kalabalıklarımın bunu duyduğunu hesaba katmadım ve korktuğum soruyu sordular. Neden zorluyorsun ki o zaman?
Üstüme cevabı zor olan bu soruyla gelen iç kalabalığıma bağırarak “deniyorum” dedim. Bir olasılık belki bu seferkinde ben doğruyum. Belki diyorum iki kişinin konuşarak çözemeyeceği, anlaşamayacağı bir durum yoktur yargımı kırarım sizde benden özür dilersiniz. Sözler bitmez ve hep araya virgül ya da noktalı virgüller koyarak devam edebilirim diyorum. Hem o kadar yer varken neden sığamayalım ki kocaman dünyaya ölünce bal gibi sığacağımız 2 m2 lik mezara. Olur ya da olmayanı oldurturum görürsünüz siz diyorum işaret parmağımı kendimden emin tehditkar bir şekilde sallayarak. Hem sadece iki kişinin isteği samanlığı seyran etmeye yeterli iken işim kolay diye düşünüyorum. Zor olan, olmayacak olan ne olabilir ki.
Sonra bitişler aklıma geliyor bunları söylerken. Fark ediyorum, iddiam asılsız ve yalan dolu. Sen sonlarına hep üç nokta koyuyorsun ki diyor iç kalabalıklarım. Tamamlanmamış, açıklamak istemediğim, kalanı karşımdakinin anlamasını istediğim, yeterli olmayan eksik cevaplar verdiğim sonlarım. Üç nokta ne kadar da güzel durmuş sonlarım da. O’na, o olaya, o duruma, o düşünceye dair tek bir düşünce tek bir soru işareti kalmasın ve tekrar geri dönüşüm olmasın diye üç nokta kullanmışım hep. Bilirsiniz diyorum iç kalabalıklarıma haykırarak üç noktadan sonra ya satır başı ya da paragraf başı yapılır.
Sonra Ay’ı tepeden indirip Güneş’i asıyorum yerine ve iç kalabalıklarıma dönüp “deniyorum” diyorum. Yine inat edip yanılabilirim belki yenileceğim ama deneyeceğim. Mine Hanım’ın söylediği gibi diyorum; bu sefer -daha iyi- yenilmek için...



24 Kasım 2011 Perşembe

Sev-mi-yo-rum

Çikolatayı,
Yumurtayı, sütü, zeytini,
Karnıbaharı, pırasayı
Tavşanı,
Sorgulayanı,
Cevabı belli sorular soranı,
Lafı dolandıranı,
Söyleyeceklerini açıkça söyleyemeyeni,
Söylediklerini tekrarlayanı,
Bir şey söyleyeceğim deyip demeyeni,
Sorduğum soruya “bakarız” diyeni,
Hesap soranı,
Dürüst ve güvenilir olmayanı,
Empati yoksununu, sempatik olmayanı,
Sevmeyi bilmeyip bağlanmaktan kaçarım diyeni,
Entellektüel olduğunu zannedip kendini beğenmiş olanı,
Abartanı, abartıyı, avamı
Somurtkanı, huzursuzu, huysuzu
Kendinle dalga geçemeyeni,
Hazmedememişi,
Fazla düzenli ve planlıyı,
Takıntıyı, takıntılıyı, takanı,
Başka biriyle uyumayı, uyanmayı
Dokunulmayı,
Sarılarak uyuma romantizmini,
Herkesin kullandığı sevgi sözcüklerini,
Çok içiyorum deyip kolayca sarhoş olan adamı,
Sıcak havayı,
Kahve sevmeyeni,
Kırmızı dışında oje sürmeyi,
Pembe renkli herşeyi,
Sosyal medyadan birini tanımaya çalışanı,
Yazdığın satırları sana satanı,
İletileriyle laf sokanı, alıntı yapıp referans vermeyen fikir hırsızlarını,
Küçük Prens i çocuk kitabı zannedeni,
Arabesk ruhunu anlamayıp kıro diyen zihniyeti,
Moda diye kendine yakışmayanı giyeni,
Fazla dar pantolon giyen erkeği, giydiği topuklularla yürüyemeyen kadını,
Takı takan erkeği,
Buluşma saatlerine sadık kalmayanı,
Sıkıldığım yerde kalmayı,
Sorumlu tutulmayı, sorumlu olmayı,
Toplantıları, işle ilgili dosya hazırlamayı,
Haset insanları, haseti,
Sinsin gezen sinir büzeni,
İsmimi yanlış aklında tutanı,
Dağınıklığı, dağılmışlığı, dalgını,
Boş konuşup laf salatası yapanı,
Hiç mi hiç sevmiyorum.  

23 Kasım 2011 Çarşamba

Crash


Ben onu gördüğümde beyaz atından düşeli çok olmuştu. O halde ancak iki adım atıp o banka oturabilmişti. Çarpmanın ve ani gelişen kazanın etkisi ile şok geçiriyordu. Berbat görünüyordu. Üstü başı fena halde üzülmüşlük. Vücuduna hayal kırıklıkları batmış. Leş gibi de hüzün kokuyordu. Denizin tam kenarındaki, gizli yerim dediği Karşıyaka’dan karşı taraf manzaralı bankından kaldırdığımda paçalarından gözyaşları akıyordu. Hemen koluna girip yavaşça yürüterek eve getirdim. Önce üzerine saplanan hayal kırıklıklarını çıkarttım. Bazıları derisinin derinine kadar gitmişti cımbızla çıkarıverdim. Sonra yaşanmışlıkların verdiği derin çiziklerine zaman ve sabır bastım. Küçük sıyrıklarına ise azıcık zaman bastım. Sıyrıkları azıcık zamanla geçiverdi allahtan. Derin çiziklerden başka açık yaraları da vardı. Açık yaraları kapansın diye aktar gibi koyu kıvamlı macun gibi bir karışım hazırladım. Sabır, zaman, yeni hayaller kurabilme, isteme hepsinden koyup karıştırdım. Yaraların üzerine sürüverdim, kabullenme ile sıkıca sardım. Ben yaralarına bakarken o devamlı karnının ağrısından şikayet ediyor, olduğu yerde kıvranıyordu. Uzun zamandır midesinde uçuşan kelebekler onu iyiden iyiye kemirmeye başlayan çekirgelere dönüşmüş; dayanılmaz bir ağrı yapıyordu. Hemen çekirgelerin üzerine zaman gazından sıktım. Önce ters düşüp ölür gibi oldular. Sonra bi tekrar canlanır gibi oldular. Bu sefer daha kuvvetli zaman gazından sıktım. Bu sefer bayıldılar. Bundan sonra neyse ki biraz sakinleyebildi. Uzunca bir süre uyudu. Uyandığında epey iyi görünüyordu.
Bir süre sonra yine durumu kötüye gitmeye başladı. Dayanamamış. Kabuk bağlamış yaralarını kaşıyarak tekrar kanatmış. Söylendim biraz. Dayanamadım kaşıntısına dedi. Neyse dedim. Kopardığı yaralarına yine zaman ve sabır bastık. Derin olmayanlar geçivermişti, derin olanlar ise gittikçe iyiye gidiyorlardı. Bir iki ufak yeni çizikte oluşmuştu ama mühim değil onlarda 2-3 hafta zamanla geçecek yaralardı. Açık yaraları da epey toparlanmıştı. Yine zaman bastım ama bu sefer daha az. Çünkü fazla zaman basmakta sonradan vücudunda ödem yapabilirdi. Kopardığın yaraların izi kalacak dedim. Kalsın, yaşananları hatırlar bundan sonrakilerde bana daha az acı çekmem için yol gösterirler dedi. Haklısın dedim.

20 Kasım 2011 Pazar

Yan Yana Yürümeyelim Diye Dardı

"Yan yana yürümeyelim diye dar yapılmıştı kaldırımlar.
Ve yine yan yana yürümeyelim diye dar kafalıydı insanlar.
Ve sırf dardı diye kafalar düşünmeyi bırakıp sevmeyi denedik,
Sarılmak yakar bizi deyip aşkı hep uzaktan sevdik.”*


Yine müdavimi olduğumuz yerdeydik. Ayağa kalktı ve bana doğru yürümeye başladı.

Bende yürüdüm, yürüdü.
Gözlerimi kocaman açmış, yüzüme ortamdan uzaklaşmadım aldatmacasına yakışır anlamsız bir gülümseme takınarak dikkatle onu izliyordum. Anlatanın anlattıkları ve anlatıcı beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. Sıkıldığım her ortamdan, her koşulda kaçan ben için fazladan kalınmış zamanlar yaşıyordum sadece. Eminim anlatıcıda yine benimle ilgili bir şeylerden ya da vurdumduymazlığımdan şikayet ediyordu. Kendimi tamamen ortamdan soyutlamış o zamanları düşünüyordum. O an kafamda farklı perspektif açılardan güzel manzaraların olduğu; istediğim insanın bana doğru yürüdüğü benim ona koştuğum Türk filmi tadında sessiz bir filmde başrol oynuyordum.
İnsanların isteklerinin olmadığı ya da sizden beklediklerini alacağına inanıp alamadığındaki tepkilerine her zaman hayret etmişimdir. Sizin her kurduğunuz cümlenin satır aralarına kendince özel anlamlar yükleyerek beklentiye girmiş ve sizinde bu beklentilerini karşılamanızı bekleyen, seninle bir ilişki yaşamak istiyorum-seni seviyorum kisvesi altında son derece bencil ve sevgisiz olan kişileri anlamamışımdır. Her zaman fazlaca tehlikelidir bu kişiler. Sizden asla yapamayacağınız vaatler, veremeyeceğiniz sevgiler, söyleyemeyeceğiniz kelimeler, tutamayacağınız sözler isterler. Siz karşılığını vermedikçe huysuz ve hırçın olmaya başlarlar. Hatta bazıları saygısızlaşır. Sizin yara almış olduğunuzdan birlikteliğinizin olmadığına inanır, kendince size yardım etmeye çalışıp sizin ona fırsat vermediğinize kendini inandırarak aldım-verdim ben seni yendim kavgasına girerler. Aslında dönüp kendilerine bir an bile bakmamış devamlı karşısındakini ve durumu sorgulamış, tanımlama telaşı yaşayıp her konuşmadan sonra durum kargaşasına giren, karşındakinden ufacıcık bir şey bile beklemeden zaman geçirmenin yaşatacağı duygu orgazmından bir haber zavallılardır.

Karşımdakinin bana söyleyecekleri bittiği anda kendini benim gözümde yeterince değersiz olduğunu hissedebileceği nitelikte iki cümle ile konuşmayı sonlandırabileceğim, kısa ya da uzun vadeli tanışıklıklardan biri olacaktı sadece. Kafamdaki film ikinci perdeye geçmiş ve artık kötü adamların başrolü ele geçirmesi ile film keyif vermemeye başlamıştı. Ben de Türkan Şoray rolünü bırakıp şuh kahkahalar atan Suzan Avcı olmalıydım. Attığım mutluluk kahkahaları onun yanımda olmamasından dolayı ağlama hıçkırıklarım, sinirli haykırışlarım ise onunla konuşurken ki en keyifli halim gibiydi.
Ve yan yana yürüyemeyeceğimiz kadar dardı koridor, sırf göz göze gelmeyelim diye sağa döndüm.
Gözüne değersem yanarım diye sıkıcı konuşmalar yapmaya ve dinlemeye devam ettim.

* Charles Bukowski'den en sevdiğim dörtlük

16 Kasım 2011 Çarşamba

Fikr-i Seyahat Vol2: Brugge, Brussels, Volendam, Köln

07.11 / 08.11.2011

Yılmaz’ın dediği gibi yol bir yere gitmiyordu o bir susma biçimiydi; soğuk bir taşıtın uğultusunda. Aklımda bu dizelerle yola çıkmıştım. Yazın Toledo’ya giderken ki aynı duygularla Brugge yoluna başlamıştım. Orta Çağ kentleri galiba üzerimde böyle bir etki yapıyor ya da benim yoğunlaşıp, fazlaca yaşananları düşündüğüm zamanlara denk geliyor. Bilinmez. Üç saatlik Brugge yolunda biraz uyuklayıp, bol bol kitap okuyup ve kitabın tam ortasında yazmaya başlayarak bir yolculuk geçirdikten sonra Brugge’e varmıştım.


             
Brugge haritasını telefonuma kaydettikten sonra kenti gezmeye başlayabilirdim. İlk olarak Unesco’nun koruması altında olan Markt meydanından başladım. Bu meydanda bulunan çan kulesi ve etrafındaki orta çağ evlerin oluşturduğu görsel şölen çok güzeldi. Buranın havasını yemek yerken sindirmek üzere geride bırakarak Heilig-Bloedbasiliek a yani kutsal kan basilikasına yöneldim. Adını Haçlı seferleri sırasında getirilen İsa’nın kutsal kanından almaktaymış. Fakat içine girilmediği için kilisenin ve meydandaki hükümet binasının resimlerini çekmekle yetinebildim. Ardından Onze-Lieve-Vrouwekerk’ı –Lady mizin kilisesi-görüp tarihi turu tamamlayacaktım. Burası 122 metrelik koca silueti ile çan kulesinden daha da yüksekti. Michelangelo'nun Madonna ve çocuk heykeli de burada sergilenmekteydi. Dünya gözüyle İtalya’dan farklı bir yerde Michelangelo'nun eserini de görmenin haklı gururunu yaşadım, yaşıyorum. Tekrar Markt meydanına dönüp ara sokaklardan Brugge kanallarını gezmeye başladım. Brugge; dantelleri, kanalları, çikolata ve birası ile meşhur. Brug meydanındaki dantel dükkanlarına halam ve annem için baktımsa da alamadım, almadım. Hem pahalı, hem de anneme hediye olarak aldığımda “senin çeyizine kaldırayım kullanırsın kızım” cümlesini kuracağı için başıma dert almadan pas geçtim. Sadece ablamın koleksiyonuna eklemek ve değişik olması için dantelden yapılmış kitap ayıracı aldım. Tabi özenti kişiliğim benim neyim eksik abla benim niye yok dememesi için kendime de bir tane aldım. Dolaşırken aradığım kitapçıyı-Brugse Boekhandel-da bulmuştum. Gittiğim her ülkeden o ülkenin dilinde ya da bulabildiğim dillerde Küçük Prens kitabını alırım ve burada Felemenkçesini ve Almancasını bulmak benim için paha biçilemez bir mutluluktu. Bol bol kanalların fotoğrafını çektikten sonra aktivitesi ve sesi fazlaca yükselen midemi daha fazla dizginleyemeyerek Markt meydanında gözüme kestirdiğim restaurantlardan birine gittim. Buranın meşhur beyaz şarap sosunda yapılmış midye-mosselen-moules- patates ve meşhur Belçika birası ile kendime ziyafet çekmiştim. Midyeler için fikrim nerde benim İzmirimin Mardinli muhteşem midyecileri derim. Hiç beğenmedim ama biraları süperdi. İçimi rahat ve yüksek alkol oranı ile çarpması temizdi. Ben Leffe’in darkını ve Hoegarden denedim. İkisi de gayet başarılıydı bence. 
          
Kanalda yürürken takıldığım şu manzaranın farklı açılardan sayısız fotoğrafını çekmişimdir herhalde. Muhteşem değil mi?


Brüksel’e giderken ki durağım ilk olarak buranın sembolü olan ve kimyager ruhuma dokunan Atomium du. Andre Waterkeyn tarafından tasarlanmış olan bu devasa yapı 102 m. yüksekliğinde, dokuz çelik kürenin birleştirilmesi ile oluşuyor. Demirin iç merkezli kübik kristal yapısının 165 milyon kez büyütülmesinden yola çıkarak 6 ay gibi kısacık bir zamanda yapılmış. En yüksekteki 18 m çapındaki küreye hızlı merdivenlerle çıkarak Brüksel'i görmek gerçekten ilginçti. Bu arada hızlı merdiven lafın gelişi oluyor uçan merdiven gibi bişeydi. Ayrıca bu topun içindeyken kendimi disco topunun üzerindeki parıldayan aynalar gibi hissettim. Onlar kendilerini nasıl hissediyor bilmem ama ben onlar gibi hissettim.
Brüksel’in benim zihnimde yerleşen ismi “tatlı şehir” olarak kalacak. Çikolata sevmeyen, buzdolabında şans eseri alınmış bir çikolatayı yemeye tenezzül etmeyen insanın bile 3 tane yemesine sebep olacak kadar lezzetli çikolataları var. Şehirde dolaşmaya başladığınızda vitrinlerde gördüğünüz çikolata ve wafflelar serotonin seviyenizin ve haklı olarak mutluluğunuzun artmasına neden oluyor.

                 

Buradaki insanların mutlu hayat sürmelerinin nedeni; kişi başına düşen gelirin tatminkarlılığından mı, yoksa insanların 2 €’a bu muhteşem çikolatala+waffle lezzetini doyasıya yaşayabilmelerinden mi çözemedim. Buradaki bu mutluluk dolu geziyi Grand Place’in büyüsü ile yapmak ise muhteşemdi. Havanın kararması ile meydanın ve Hotel de Ville’in ışıkları göz kamaştırıyordu. İsminden otel olduğunu zannedebilirsiniz ancak belediye binası ve 1402'de Jacques Van Thienen tarafından yapılmış. Milyonlarca insanın büyülenerek baktığı bu binanın mimarı, yanlış yaptığı mühendislik hesaplarından dolayı kuleler arası mesafenin asimetrik olmasını kabullenemeyip intihar etmese olurmuş. Bence her zaman farklılık ve çeşitlilik güzeldir. Neyse bu da onun seçimi diyerek Brüksel’in sembolü olan 1619 yılında Jerome Duquesnoy tarafından yapılmış olan Manneken Pis heykeline-işeyen çocuk çeşmesi- yürürken davetkar kokulara dayanamayıp çilek ve muzlu waffleımı yedim. Çeşmenin okuduğum hikayesi ise şöyle; kral ulusal şenlikler sırasında tek ve biricik olan oğlunu kaybeder. Çocuk günler sonra Rue de l’Etuve’ün köşesinde işerken bulunur. Sonra bu köşeye olayı sembolize eden bronz bir heykel dikilir. Bu heykelin Bruksel halkı için neden bu kadar önemli olduğunu anlamasam da çikolatadan yapılmış olanı çok sevimli. Buradan sonra dönüş için kalan yarım saatimi Belçika biralarına adayarak geçirmek gayet cazipti. Aromalı biralarından denedim ama pek beğenmedim. Empas’ta Tuborg gençliği geçirip Efes’e geçmiş biri olarak aromalı bira damak tadıma hitap etmedi. Artık Amsterdam daki son akşamı yaşamak için 3 saat süren yolculuğa çıkmamın vakti gelmişti. Yola koyulduğumda yine aklıma Yılmaz’ın dedikleri gelmişti. Yol bir yere gitmiyordu o bir durma biçimiydi. Giderken aklımdan geçen yoğun düşünceler karar ve yargı aşamasındaydı. Tatil yazılarından sonra yazdıklarımla etkisini görebileceğinizi zannediyorum. Neyse Amsterdam da geçirdiğim son akşam için şehir merkezine vardığımda Rembrandtplein de bir puba gitmek ve ardından son kez coffeeshop akşamı yaşama fikri güzeldi. Otele döndüğümde yine ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise kaçınılmazdı.

Ertesi sabah uyandığımda kesinlikle akşamdan kalma bir haldeydim. Günü yeterince uzun yaşayacak olmam benim için kötüydü ama silkelenip kendime gelmek için gittiğim yerler bana yardımcı olacaktı. Bugünün programı Hollanda’nın meşhur peynirlerinin yapıldığı bir çiftlik ziyareti, Volendam ve dönüş uçağı için Köln’e hareketti. Tahmin edeceğiniz üzere çiftlik yolculuğu ve geçtiğim yerler tamamen bir sır perdesinin arkasında kalacak şekilde uyukladım. Gittiğim çiftliğin ismi ise not edilmeyi unutuldu. Fabrika gezisi ritüeli olarak peynir yapımı prosesini izledikten sonra fabrika satış mağazası tarzında bir yerden peynir aldım. Kahvaltıya dair hiç bir şey yemeyen bir kişilik olarak burada da rutinimi bozmayıp peynirleri tatmadan değişik olan denenmeli mantığıyla hareket ederek alışverişimi tamamladım. Bir kasabada bulunan bu fabrikada Hollada’nın meşhur yel değirmenlerinin bol bol fotoğrafını çekip ardından Volendam için yola çıktım.

           

Amsterdam’a bu kadar yakın olmasına rağmen fazlasıyla sessiz sakin bir sahil kasabasıydı. Tam filmlerdeki kafa dinleyip kitap yazmaya gidilen kasabalara benziyordu. Sahil boyunca soğuk havayı tüm ilik ve kemiklerimde hissederek yürüdüm. Buradaki hediyelik eşya satan yerlerden aile ve arkadaşlara bol bol magnet, anahtarlık ve biblo tarzı yeterli gereksizlikteki eşyaları aldıktan sonra limanı en köşeden gören D’Ouwe Helling adında bir restaurantta oturup buranın meşhur balıklarının tadına bira eşliğinde baktım. Gece 02:05’de olan uçağım için Köln’e gitme vaktim gelmişti. 5 saat süren yolculuğumun ardından akşam 9 civarında Dom meydanına varmıştım. Akşam tek bir kare güzel fotoğrafını yakalayamadığım muhteşem gotik mimariye sahip Köln Katedralini aklıma kazımakla yetinebildim. Çift kuleli katedralin uzunluğu 157 m ve kulelerinin uzunlukları birbirlerinden az da olsa farklı. Yapı Almanya´nın ikinci, Dünya´nın ise üçüncü büyük kilisesi. Katedralin girişinde gotik yapının izlerini açıkça görebileceğiniz İsa ve 12 havari heykelleri gerçekten çok etkileyiciydi. Bu görsel şöleni aklıma kazırken midem de boş durmayıp beni içten içe kazıyordu. Karnımı doyurmak için güzel ve şık bir İtalyan restaurantı buldum ve hemen pizzamı söyleyip tam bir İtalyan gibi davranarak şarap eşliğinde karnımı doyurdum. Artık havaalanına gitme vaktim gelmişti. Uçağım geç olsa da direk İzmir olduğu için çok şanslıydım. Bu şansıma yanımdaki iki koltuğun boş olması ve benim boylu boyunca uzanarak uyuyabiliyor olmam eklenince uçak korkusu şöyle dursun hostesler tarafından iniş için uyandırılmam güzelliği yanıma kar kaldı. İlk defa bir tatilimden son günden önce döndüm. Kesinlikle daha iyi oluyormuş. En azından tekrardan adapte olmak için zaman kalması güzelmiş. Bundan sonrada epeyce bir süre tatil görünmüyor ama Hollanda’nın sorgusuz sualsiz verdiği 6 aylık schengen vizesinin hakkını vererek 3 gün tek şehirlik bir seyahat olabilir. Bakalım geçen zaman ne gösterecek. Başka bir tatilde görüşmek üzere.

P.S:

*** Buraya koyabildiğim azıcık fotoğrafa aldanmayın 600 tane fotoğraf çektim. Yaşasın digital fotoğraf makinesi.

*** İmkanınız varsa mutlaka Amsterdam’ı özellikle Brugge görün. Gerçekten romantik ve nostaljik bir şehir.

*** Bol bol Belçika birası deneyin. Tatları mükemmel ama alkol oranı %10 dikkat derim.


*** Bol bol çikolata da deneyin. Çikolataları i-na-nıl-maz lezzetli. Belçika'ya özgü toffle çikolataları var yerken Intense reklamındaki Demet Evgar olabilirsiniz. Fiyatları da gayet uygun.

*** Bundan sonraki tatil hedefi kısa vadede bulunan ucuz uçak bileti ile tek şehir, yıllık izinde ise hayalim olan 7 farklı zaman diliminde hiçbir yere ve hiçbir şeye ait olmadan gezebileceğim Trans Sibirya yolculuğu. Zaman isteğimi gerçekleştirmek için umarım bana iyi davranır.








12 Kasım 2011 Cumartesi

Fikr-i Seyahat Vol1: Amsterdam,Rotterdam,Delft

05.11 / 06.11.2011

Tatil yazısıyla tekrardan bloga geri dönmenin haklı gururunu yaşıyorum. Alkışa gerek yok zira boşladığım için üzgünüm ancak çok yoğun iş temposu ve karışık hallerimden dolayı yazamadım. Neyse tatilimi anlatarak sizi keyiflendirmeye,kendimi de mutlu etmeye başlayayım çünkü uzunca bir süre tatil görünmüyor.Şöyle ki dört günü ikiye bölerek aktaracağım baştan söyleyeyim sonra aman da her gün ayrı ayrı anlatacaktın hani verdiğin sözler denmesin.Neyse başlayayım...
Uçağımın Cumartesi öğlen olması epeyce işime gelmişti çünkü Cuma akşamı saat 7 de geldiğim Antalya seyahatimden ve geçirdiğim çok yorucu üç günden sonra çantamı hazırlamaya dermanım bile kalmamıştı. Genellikle seyahate çıkmadan önce derinlemesine bir araştırma yapar,gideceğim yer hakkında bilgi edinir mutlaka küçük Berlitz kitabımı da yanıma alırım. Bu sefer çantamı hazırlayıp edindiğim kaynakların ancak ve ancak çıktılarını alıp, kitabımı bile havaalanı D&R ınından alabilmiştim. Bu durum işime gelmedi de değil.Böylece uçak anksiyetemle baş edebilmek için yeterli okunacak envanterim olmuş oldu. Artık kendime de itiraf ediyorum ki ben uçakta bir garip oluyorum  arkadaş. Korkmuyorum ama özgür olmadığım için bunalıyorum ya da net korkuyorum. Neyse dağıtmayayım uçakta önce çıktıları ve kitabı okuyarak Amsterdam için notlar aldım ardından ritüelimi yaparak Küçük Prensi’mi okuyup-ki her seyahate başlamadan önce mutlaka okurum- son olarak seyahat kitabıma geçtim.
Flughafen Dusseldorf Havaalanına yerel saat 6 da inip, Amsterdam a varmam saat 10:30 u bulmuştu.  Bu kadar kitabı aralıksız okumaktan ve haftanın yoğunluğundan dolayı ciddi yorgundum ama tatil için çalışan ve yaşayan kimliğim ağır bastığı ve Amsterdam a gelirken ufak şekerlememi yaptığımdan bu muhteşem Cumartesi gecesini kaçıramazdım. Çantamı otele bırakıp kendimi dışarı attım. Otelden edindiğim harita elimde, aklımda ise güzel müzik dinleyip bir şeyler içme fikri vardı sadece.Tek ihtiyacım olan şey yürümekti. Önce Rembrandtplein e yöneldim ordaki mekanlara bakınıp beni pek açmadığından ya da hala yürümeye ihtiyacım olduğundan Leidseplein e yöneldim. Methini duyduğum Paradiso ya girip canlı müzik dinleyip bir İngiliz grupla sohbet ettikten ve kafamın kaldırabileceği gürültü şiddetini de yeterli dozda aldıktan sonra ordan ayrıldım. Artık coffee shopa gitme vaktim gelmiş,geçiyordu bile. Gecenin sonunda 3 civarında otele döndüğümde kesinlikle ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise kaçınılmazdı.

Ertesi günün Pazar olmasından dolayı bütün ören yerleri kapalıydı ve en mantıklı gezi planı Amsterdam çevresindeki yerleri gezmek gibi görünüyordu. Gittiğim yerlerde mutlaka saatlerce müze gezer, sayısız fotoğraf çekerim ancak bu sefer müze gezebilmek benim için hayalden öteye geçemedi. Hiçbir müzeye tenezzül etmedim,edemedim.  Aslında bisiklet kiralayıp dolaşmakta kesinlikle bu Pazar günü için iyi bir fikirdi ama ben gittiğim yerde yürüyerek gezmeyi dar sokaklarda duvarlara elimi sürterek çocuklar gibi yürümeyi seviyorum. Sırtımda çantam, boynumda asılı fotoğraf makinamla ara sokaklarda kaybolurken kendimi buluyorum. Bu seferde bol yürüyüşlü çevre şehir turları benim için ideal olacaktı. Pazar gününün rotası belliydi.Rotterdam ve Delft. Kahvaltının ardından 1 saat uzaklıkta olan Rotterdam ilk durağımdı. Burası tam bir ticaret şehriydi. Büyük ve işleyen bir liman, her yerden çıkan tırlar ve deniz. Amsterdam'a oranla yüz ölçümü olarak çok daha büyük ancak nüfüs olarak daha küçük bir yerdi. Tabi buna Pazar günü faktörüde eklenince bir Avrupa şehrinde geçen Pazar gününde sokaklarda dolaşan tek kişinin ben olduğumu tahmin edersiniz. Bunun yanı sıra Rotterdam’da inanılmaz fazla Türk nüfusu varmış ve bir ritüeli de “Türkler her yerde arkadaş” diyerek tamamlamak istedim. Tamam tamam sustum. Burada sokakları tavaf edip bol bol fotoğraf çekip muhteşem liman manzarasına karşı kahvemi içtikten sonra burdan ayrılıp Delft'e hareket etme vaktiydi. Bu şehrin bana sunduğu en güzel şey ise Vermeer in İnci Küpeli Kız tablosunu dünya gözüyle görmek oldu. Vermeer resimde gölgeleme tekniğini kullanan ilk ressamlardandır ve ben tablolarını görmeyi çok istiyordum ki şanslıydım.

Delft için mavi biblo şehri desem hiç haksız olmam.Her yerde biblolar, mavi adamlar, kadınlar ve yaşlı amcalar doluydu. Ceren ve Özlem -ki benim en dostlarımdır kendileri-le bütün üniversite hayatımız boyunca annelerimizin bin bir emekle topladığı mavi ailelerle her içki masasında limiti aştıktan sonra dalga geçip eğlenmişken onlara buradan anı olarak birer mavi biblo almasam olmazdı. Onlara hediyelerini aldıktan sonra Subway den sandviçimi alıp dolaşarak yemek ve fotoğraf çekmek ise kesinlikle isabetli bir karardı. Burda da ara sokaklarda kaybolup kendimi bulduktan sonra artık geri dönüş ve kanal turu vakti idi.
Amsterdam ve kanallarını gezmek için en iyi seçeneklerden biri kanal turuydu bence. Bol bol fotoğraf çekip,bilgi almak içinde. Burada gezerken öğrendiklerim; Amsterdam a gider ve ilginizi çekerse evlerin dam larında makaralar olduğunu göreceksiniz. Amsterdam da evlerin ya da gittiğiniz yerlerde cafe,publarda v.s merdivenlerinin inanılmaz dar olduğunu da fark edeceksiniz. İşte insanlar taşınırken bu merdivenleri kullanamadıkları için evlerinin büyük camlarından makara yardımıyla eşyalarını taşıyorlar. Ayrıca evlerin çatılarının birbirinden farklı olduğunu da gözlemleyeceksiniz. Bu şekil ve yapı farklılıkları ev sahiplerinin meslek ve soylarının bir göstergesiymiş. Bir de Amsterdam da bütün devlet binalarında göreceğiniz 3 X simgesi var. Bu simge Ateş, Su ve Veba yı temsil etmekteymiş. Aslında bunlar tarih boyunca Hollanda nın savaş verdiği ögeler. Ateş ve Su hala devam ediyor tabi. Bu hayatınızın her alanında kullanacağınız elzem bilgileri de verdikten sonra devam ediyorum. Kanal turunu bitirdikten sonra artık Amsterdamı yürüyerek dolaşmaya kaldığım yerden devam edebilirdim.
Rotam büyük bir yuvarlak çizerek Amsterdam ı gezmekti. Waterloopleinde çiçek pazarından, Magere Brug u geçip, Heineken  Experince Museum önünden,Hard Rock Cafe önüne sallandığımda fazlaca yorulmuştum. Leidseplein de biraz H&M alışverişi yapıp mağazayı kapattıktan sonra lezzetinde sürpriz yaşamayacağım bir yemeği hak etmiştim. Böyle durumlarda tercihim her zaman İtalyan restaurantından yana olur. Aslında Arjantin steak restaurantlarının methini duymuştum ancak kırmızı etten pek haz etmediğim için rağbet etmedim. Dört peynirli yeterli incelikte ki pizzamı Heineken eşliğinde yedikten sonra yürüyüşe kaldığım yerden devam etmek için enerjim yerine gelmişti. Amsterdam’da kanalları çözmek kolay olmuştu. Öğrendiğim ip ucu ile alfabetik sırayı tersten takip ederek Prinsengracht, Keizersgracht, Herengracht, Singel Dam meydanına ulaşmıştım. Burada kahvemi içtikten sonra Damrak caddesine yönelerek burayı dolaştım.

                    


Sokağın hareketlenme ve vücudumun artık dinlenme vakti geldiği için Red Light District e gittim. Sokağı ve ara sokaklarını arşınladıktan sonra görece sokağa göre sakin ve bol kokulu bir puba oturdum. Pubda İsveçli bir kız grubuyla 10. dakika da kaynaşıp, 20. dakikanın sonunda ortamın etkisi ile muhteşem espriler yaparken kendimi buldum. İngiltere den bildiğim üzere kafam güzelken daha akıcı İngilizce konuştuğumu kendi kendime tekrar hatırladım. Fazlaca eğlenip güldüğüm güzel bir gece geçirdim. Otele döndüğümde kesinlikle ben ben değildim  güzel ve deliksiz bir uyku ise bu akşam da kaçınılmazdı.
 P.S:
*** Amsterdam kesinlikle yaşayabileceğim ikinci Avrupa şehri. Bütün Avrupa şehirlerinin ortasından geçen nehir-Amstel- etrafındaki yerleşim güzeldir. Amsterdam da bu doku muh-te-şem. Fazladan daha da şahanesi kanallar ve köprüleri. Bilirsiniz benim için köprüler özeldir.
*** Amsterdam "Özgürlüklerin Şehri" lafına hakkını veriyor ama en çok da özgürlük kelimesine. Evet bildiğiniz serbestlikler var ama kimse kimsenin haklarına tecavüz etmeden özgürlüğünü yaşıyor olması en güzeli. Zihninizde bu şehir için taşkınlıkların yaşandığı, hırsızlığın bol olduğu ve güvenliğin olmadığı fikri canlanıyorsa kesinlikle yanılıyorsunuz. Bir çok Avrupa şehrine oranla kesinlikle çok daha güvenli ve korumalı.
*** Red Light District için ise kırmızı ışık Bülent Ersoy u bile güzel gösterir derim. Cidden efsunlu bir ışık, kızlar çok güzel. Kızlarda gördüğüm fosforlu, parlayan iç çamaşırları ise can yakan cinstendi. Erkek mantığını anlayamayabilirim ama yine de cinselliği ne olursa olsun para ile yaşama zihniyeti çok itici. Dolaşırken gördüğüm ve hızlıca arkadaşlarından ayrılarak davetkar bayanların teklifine hayır demeyip açılan kapılardan içeri giren Türk erkek grupları ise nedense beni hiç şaşırtmadı.
*** Hollanda biralarına da değinmek isterim. Amstel net çirkin Heineken candır.
*** Paul Coelho’nun son kitabı Elif yolculuk içinde yolculuğu derinlemesine yaşayabileceğiniz güzel bir kitap tavsiye ederim.

18 Ekim 2011 Salı

Zaman...

Tarifi uzun uğraşlar sonunda bulmuştum. Tam yapmak istediğim yemek buydu. Bütün malzemeleri özenle seçmiş, gereken bütün baharatları özenle aktardan toplamıştım. Koştura koştura eve geldim çünkü saat 8 de hazır olmak istiyordum. Bugün için birde elbise almıştım kendime özenerek.
Sonra tarifte yazan adımları tek tek yapmaya başladım. Sebzeleri yıkadım, ince ince doğradım. Etleri haşladım falan filan. Ardından hepsini düdüklü tencereme koydum. Karıştırmaya başladım.1 saat karıştırdım. O 1 saat bana 10 yıl gibi gelmişti. Baharatlarını da ekledim. Söylediği gibi kapağını kapattım ve pişirmeye bıraktım. Pimi çıktıktan sonra 15 dakika. Sabırsızlandım. Tadı nasıl olmuş merak ediyordum. O 15 dakika sanki 3 ay gibi gelmişti. O sırada hazırlandım. Tam istediğim vakitte hazırdım. O geldi suratı tatsız ve isteksizdi. Bense heyecanlı ve neşeliydim. Özel bir gün değildi sadece sıradan bir günü özel kılmak için uyanmış ve öylede yaşamak istemiştim. Şaşırdı. Bende akşam yemeğe misafir davet etmiştim dedi. Ama yemeğimiz iki kişilik dedim. Olsun ben çok aç değilim zaten yarısını ona veririm dedi. Ama dedim. Sustum.Sustu. Yemeğe oturmuş ona hediye olarak aldığım şarabı içerken misafiri geldi. Şarabımızdan ilk yudumumuzu alıp kapının çalınması arasında 1 dakika vardı. O 1 dakika 1 yıl gibi gelmişti.
Yemeğinin yarısını ona verdi. Çatalımı yemeğe ilk attığımda fark ettim. Zaten yemekte tuzsuz olmuştu. Ben zaten ana yemekleri hiç yapamam. Pratik tatlı bir şeyler yapayım dedim. Ağzımızın tadı olsun dedim. Zahmet etme biz çalışacağız zaten dediler. Tamam dedim.
Ben üzerine bir mum dikip tatlımı tek başıma yedim.  

Kim O?


Kapıyı çaldı.
Açmak için koştum. Evde tek başıma olduğumda acele etmeden müşkülpesent bir biçimde kapıya giden ben bu sefer 100 m. koşucuları gibi saniyeler içinde kapıdaydım ve nefes nefeseydim. Ama daha aşağı giriş kapısındaki zile basmıştı. Sabırsız ve heyecanlıydım. Kim olduğunu bildiğin halde megafondan bakıp “Kim o?” sorusunu sormak her zaman komik gelmiştir. Ama bende sordum. Kendimi garip hissediyordum.  O her zaman benden kaçırdığı gözlerine görüntülü megafondan bakıp bunu sormak bile ilginçti. Birbirimize tek bir soru sormayıp, sorgulamamış, istememiş, istetmemiş, anlatırsa dinlemiş, anlatırsam dinlemiş, paylaşmamış, paylaştırmamış sadece ve sadece saatler geçirmişken tek soru-cevap hakkımı “Kim o?” ile yitirmişim fark etmeden.
“Kim o?”
Kimdi ki o. Azami sınırlarda hakkında bildiğim şeylerin olduğu fazlaca yabancı, bir o kadar bilindik olandı o. İlk defa meraklanmadan sormadan sorgulamadan sadece memnun olarak yaşıyordum. Tamda istediğim gibi; Tanımlamayıp, sınırlamamıştım bu durumu. Belki onunda istediği gibi. Cehaletin saadetini yaşamaktan memnundum, istediğim de buydu. Bilmeden geçen saatler yaşamak ve memnuniyetin verdiği saadet güzeldi. Zor ve acımasız günler geçirmişken, konuşmak ya da konuşmadan memnun olmak istemiştim. Evet evet. Konuşmamak. Sessiz memnunluktu istediğim. Saçını okşayıp, gözlerine bakmak ve susmak.  
“Gitmen şart mı?”
Kimdi ki o. Gitmesi şart olanmış o.
Bir daha gelir mi, o zil çalar mı ben sessiz memnuniyetimi yaşayabilir miyim bilmiyorum.
Gelirse eğer;
Kapıyı çalacak ve susup kapıyı açıyor olacağım sadece…

12 Ekim 2011 Çarşamba

Good Times For A Change

Son 1 yıl da;

Farklı evde farklı bir yaşam yaşarken,
Farklı yolculuklar yapıp farklı deneyimler yaşarken,
Farklı şehirlerden ve hayatlardan geçip farklı aidiyet duyguları yaşarken,
Farklı anılarda farklı yaşanmışlıkları fark ederken,
Farklı insanlarla tanışıp farklı muhabbetleri yaparken,
Farklı insanlarla samimi olup farklı hayal kırıklıkları yaşarken,
Farklı kişilerden farklı şey duyup farklı yollarla yok sayarken,
Farklı bardaklarda farklı içkileri yudumlayıp farklı konular için içerken,
Farklı mekanlarda farklı eğlencelerin ortasında bilindik durgunluğu yaşarken,
Farklı espriler yapıp farklı şeylere gülerken,
Farklı kişilere onları üzeceğimi farklı şekillerde anlatıp, yaşar ve yaşatırken,
Farklı saplantılarda takılıp aynı konuya üzülürken, buluyorum kendimi.

Ama değişecek. Çünkü her şey değişecek ve her şey son 1 yıldakinden çok farklı olacak. O zaman Smiths in Please, Please, Please, Let Me Get What I Want şarkısı gelsin…

3 Ekim 2011 Pazartesi

Summer ı Anlamak

500 Days of Summer son 1 yılda herhalde defalarca kere izlediğim -tabi yaşananlarla da bağlantılı olarak- Marc Webb tarafından yönetilen 2009 ABD yapımı bir romantik komedidir. Başrollerini Joseph Gordon-Levitt (Tom) ve Zooey Deschanel (Summer) oynadığı filmimiz ikilinin hikayesini doğrusal olmayan bir şekilde muhteşem müzikler eşliğinde anlatmaktadır.


Filmin başında anlatıcının söylediği gibi…


This is a story of boy meets girl. But you should know up front this is not a love story.



Kısaca konusundan bahsedersek; mimarlık okuyan fakat tebrik kartı şirketinde yazar olarak çalışan Tom, patronunun yeni asistanı Summer ı görür ve ondan daha ilk bakışta çok etkilenir. Karoeke gecesinde iş arkadaşlarından biri Tom’un Summer’dan hoşlandığını ağzından kaçırır ve böylece ilişkileri başlar. Aylar geçtikçe, Tom ve Summer yakınlaşır; fakat Summer Tom’a her fırsatta gerçek aşka inanmadığını ve ciddi bir ilişki istemediğini belirtir. Yani Summer aslında baştan söylemiştirJ
Tom Summer’a nefes aldığı yeri gösterir. Bir gece Tom Summer’a asılan bir adamla kavga edince, Summer’la ilk gerginliklerini yaşarlar. Ardından pişman olan Summer hata ettiğini söyleyerek af diler ve barışırlar. Tom’a göre gerçek aşkı gösteren“The Graduate” filmini izledikten sonra ayrılır. Ardından Summer tebrik kartı şirketinden ayrılır. Aylar sonra, Tom ve Summer şirketten arkadaşlarının düğününde karşılaşırlar ve dans ederken Summer Tom’u evinde yapacağı partiye çağırır. Tom partiye tekrardan eski günlerdeki gibi olacaklarını umarak gider fakat Summer’ın parmağında nişan yüzüğünü görür ve partiyi terk eder. Tom daha derin bir depresyona girer, işinden de ayrılır ve kendini alkole, abur cubura vurur. Ardından mimarlıkla ilgili bir iş yapmaya karar verir, şirket araştırmaya ve görüşmelere gitmeye başlar.

488. günde, Tom nefes almaya geldiği yerde Summer onu beklemektedir. Tom Summer ı tebrik eder ve  ona bir ilişkisi yaşamak istemeyen hatta kimsenin sevgilisi olmak istemeyen birinin nasıl olurda şu an birinin karısı olduğunu sorar. Summer Tom a şöyle der.

S: I just woke up one day, and I knew

T: Knew what?
S: What I was never sure of with you.


İşte sevgili okur başlamadan biten ya da bazı şeylerin bitmeden bittiğini düşündüğünüz ilişkilerin bitme sebebi budur bence. Yaşayarak öğrendiğim ve filmde de dediği gibi hayatınızda olmasını istediğiniz kişiden ya eminsinizdir ya değilsinizdir. Ya “o” dur ya da değildir. Geçirilen zaman, oluşan anılar fazladan kabullenmeyi zorlaştıran donelerdir sadece.

Sonra tekrar anlatıcı şöyle der.



Most days of the year are unremarkable.They begin and they end with no lasting memories made in between. Most days have no impact on the course of a life. If we had learned anything, it was that you can’t ascribe great cosmic significance to a simple earthly event.
Coincidence. That’s all anything ever is. Nothing more than coincidence. We had finally learned there are no miracles. There’s no such thing as fate. Nothing is meant to be. We knew. We were sure of it now.



P.S: İzleyen çoğu insan eminim ki filmde Summer a gıcık olmuştur. Bunun nedeni belki o yıllardır bildiğimiz mutlu sonu görememiş olmamızdır. Ama yaşadıklarımız da genelde böyle bitmiyor mu? Bir tarafın çok sevmesi, çok istemesi ama olmaması durumunda yine daha çok seven tarafın daha çok üzülmesini getiriyor bildiğimiz üzere. Nedenini anlamak için komplike düşünmeye ya da anlamlar yüklemeye, üzerinde uzun uzun durup sebep-sonuç yorumları yapmaya gerek yoktur aslında. Basit.
Emin değilsindir

25 Eylül 2011 Pazar

Nefes Almak



“Kim olursa olsun bir insanı gördükten ve gördüklerini kendinden saklamadıktan sonra ona hiçbir zaman büsbütün yaklaşılamayacaktır.”*


İskelenin yanındaki duvarda ayakkabılarımızı çıkartmış içimize eşsiz boğaz havasını çekip, dalgalardan sıçrayan sularla ıslanan ayaklarımızı çocuklar gibi sallayarak eğleniyorduk. İkimizde tek bir kelime etmeden durup bakıyorduk aynı yere. Onun deyimiyle göğsümüzü açıyor benim deyimimle nefes alıyorduk. Yedi tepeli bu koca şehirde beğenilecek ya da bu benim olsun diyerek sahiplenilecek o kadar şey varken ikimizde nedense aynı yakadan, aynı ışıkları, aynı kuleleri, aynı mimariyi sevip, sahiplenmiştik.

Belki hiçbir zaman hiç bir şeyin aynı olmayacağı o soruyu sormuştu.
“Neden böylesin?” dedi.
Hayatımdaki bütün dinamikleri sorgulayıp cevabı peşinde koşan ben bu soruyla birden irkilmiştim. Nefes almayı bırakıp ona dönmüş ve korkmuş bir şekilde gözlerine bakıyordum. Bu soruya ne cevap verebilirdim ki birden. Yüzleşmeyi, kendimi görmeyi, kabul etmeyi, çözümlemeyi istiyormuş gibi görünüp kaçtığım zamanlar yaşarken bu soruya da kaçamak cevap verdim. Düşünmeden sığındığım ve herkesin beni anlamasını beklediğim sebebim çok iyi bir cevap olabilirdi.

Ama ikimizde cevabın bu olmadığını ve yeterli süre bu bahaneyi kullandığımı artık son kullanma tarihinin bittiğini biliyorduk.

Açıklamaya başladı. “Öyle değil; kocaman ışıklı bir gemi gibisin. Arkadaşlarını, dostlarını, yeni tanıdığın insanları, en sevdiklerini güvertende en keyifli partilerle ağırlayabiliyorsun. Mutlu, neşeli ve eğlenceli bir şekilde yapıyorsun. Seninle biraz daha fazla paylaşım yaşamak isteyen ya da senin düşündüğünden daha samimi olmaya çalışan kişileri ise direk olarak filikalara koyup geminden uzaklaştırıyorsun. Daha da kötüsü bazen hiçbir kaptanın yapmayacağı bir şey yapıp kendi gemini terk ediyorsun. Aniden, her şeyin yolunda gittiğini zannederken tam güvenmeye başlarken. Neden bana da aynı duyguyu yaşatıp sana attığım badi adımımla gemini terk ediyorsun?” dedi.

Ben kocaman açtığım gözlerimi gözlerine dikmiş bakıyor duyduğum her cümlede darmadağın oluyordum. Cümlesinin bitmesi ile her zaman yaptığım gibi sessizliğe bürünmüştüm. Anlatacak, açıklayacak bir şeyim yoktu. Hiçbir kurduğum cümledeki sözcük, sıfat ya da betimleme içimdekileri anlatmaya yeterli olmayacaktı.
Dönüp tekrar gözlerine baktığımda gözlerinden süzülen iki damla yaşı ben görmeden silmeye çalıştığını fark ettim.

Artık nefes almakta güçlük çekiyor, astım hastası gibi boğulduğumu hissediyordum.

* Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna kitabından 


22 Eylül 2011 Perşembe

Köprü

Köprü; nehir ya da vadi gibi geçilmesi güç bir engelin iki kıyısını bağlayan bir yapıdır.

Tanımında bile olan çarpıcılık ve merakımdan dolayı köprülerden biraz bahsetmek iki çiftte kelam etmek istedim. Genellikle en kolay ulaşım yoludur karşıya geçmenin hatta bazen de tek yoludur. Gidilecek yere, varılacak noktaya, ulaşılmak istenene. Boğaziçi köprüsünün eşsiz güzelliği keza Fatih Sultan Mehmet köprüsü, Brooklyn ya da Golden Gate Köprüsü, Tower Bridge Köprüsü ya da kanalları ve onları bağlayan köprüleri ile meşhur Amsterdam -ki kendisini görmek daha nasip olmadı en yakın zamanda görülecek- aklıma ilk gelenlerden.

Hayatımda nokta atışı kararlarımdan biri olan Cambridge de yaşama kararımın da nedenidir köprüler. İngiltere ye gitme kararı -başka bir yazımda tüm yönleri ile bu konuya parmak basacağım-ve şehir seçimini yapma sürecinde bana ismi ile ilham vermiştir. “Cam” ve “bridge” olarak hecelerine ayırdığımızda –ki burada hep bir ağızdan caaam ve briç diyebiliriz- anlaşıldığı gibi Cam nehri üzerinde bulunan sayısız irili ufaklı, uzunlu kısalı, tarihi yeni köprülerden ismini alır.

Bu fotoğraftaki köprü benim için en özel olanıdır. Çok daha ihtişamlı ve görece güzel olan başka bir köprünün altından geçerken fotoğrafladığım matematik köprüsüdür. Aslında resme baktığınızda eminim sevgili okur içinden neyi farklı ki tahta, sıradan bir köprü diye düşünüyorsundur. Ben ilk gördüğümde böyle düşünmüştüm. Ama hikayesini dinleyince öyle olmadığını anladım. Kendisi Isaac Newton tarafından bizzat yapılmıştır. Newton 1749 da köprüyü yaparken çivi, vida, cıvata yada herhangi bir hafriyat  zarurat hiç bir şey kullanmamıştır. Köprüyü oluşturan tahtaları nasıl bir araya getirdiği bilinmemekle birlikte yapılan üç boyutlu mimari çalışmalarla bile köprüyü parçalayıp tekrar yapımına çalışan Cambridge profesörleri ve akademisyenleri tarafından aydınlatılamamıştır.

Tıpkı ikili ilişkiler gibi…

Arkadaşlarımız, dostlarımız ya da sevdiğimiz kişiyle aramızda köprü ya da köprüler kurarız. Çünkü herkes birbirinden farklı paralel evrenlerdir. Kurulan köprüler; iletişime geçmek, anılar oluşturmak, sevgini akıtmak, paylaşımlar yaratmak içindir. Kimi zaman Cambridge gibi zamanla artan birçok köprü ile kimi zaman da İstanbul gibi sadece 2 köprüyle yaparız bunu. Yaşanmışlıkla ya da paylaşımla ilgili de değildir bu kişiliklerle ilgilidir köprü ve/veya köprüler inşa edilmesi.

Köprülerin sağlamlığı ise yaşanmışlıklarla ilgilidir. Oluşturduğun anılar, ortak zamanlar, paylaştıkların köprünün güçlü temellerini oluşturur ve güvenle yürümeni sağlar. Tıp ki söylenen sözler, yapılan konuşmaların köprülerinizin temellerini derinden sarsacağı gibi. Zaman içerisinde bin bir emek ve özenle inşa ettiğin, şıkır şıkır ışıklarla süsleyip güzelleştirdiğin, meraklı bakışların onu görmek ve fotoğraflamak için can attığı köprünü bir konuşmayla yıkılabiliyor ya da yıkabiliyor olman gibi.

Bu durumdan sonra sen tekrardan aynı kalıplarla, aynı güzellikte orijinalini inşa etmeye uğraşsan da boşunadır. Çünkü sen ne kadar denesen de bütün olasılık hesaplarını yapıp, en iyi projeyi üretiyor olsan da hep bir şeyler eksik kalacak ve olmayacaktır. Yaptığını düşündüğünde yanılsamalardan öteye gitmeyecektir. Artık sana düşen sadece geri kalan yıkıntılara bakmaktır.

Telafi, düzeltme gibi sözcükler asılsızdır sevgili okur. Bir kere söylenmişse sözcükler, kurulmuşsa talihsiz cümleler, yapılmışsa yanlışlar, acıtılmışsa karşıdaki ve yanmışsa köprüler bir daha aynı şekilde o köprüyü inşa edemezsiniz. Tıp ki matematik köprüsü gibi.  Tahtalar yerinden oynamışsa ve bozulmuşsa köprünüz tekrar bir araya getiremezsiniz.

Bundan sonra eğer şanslıysanız yeni inşa edilmiş diğer bir köprüden karşıya geçmeye çalışacaksınızdır ya da yakılan köprünün enkazına bakmaktır size düşen.

http://youtu.be/0HP-C6qc3Ms


18 Eylül 2011 Pazar

Sevmek

Sessizleşmişti…

Normalde de konuşkan, aklından geçenleri ve duygularını ifade eden, uzun uzun anlatan, tasvir ya da betimlemelerle süsleyen o masallardaki gibi ak  sakallı dedelerden değildi ama ak saçlıydı bildim bileli. Yeri ve zamanı geldiğinde cümleleri ustalıkla kurmayı ve söylemesini bilirdi. Belki tam benim zıttım olduğu için onu çok iyi anlayıp, gözünün hareketiyle yaptığı mimikleri hemen algılayabiliyordum. Ya da öyle olduğunu zannediyordum.

Günler birbirini kovalarken, evin dolup dolup boşalan insanları bitmezken ve hep konuşacak  konuşulacak zamanlar yaşarken, onun içten içe çöken hallerini fark etmedim. Sadece “Ben onsuz ne yaparım?”  sorusunu sorduğunu hatırlıyorum. Her zamanki muhteşem mantık dolu cevaplarımla “Alışacağız birlikte” dediğimi hatırlıyorum. Fark ettiğim kadar derinden gelen ve cevabının bu olmadığı bir soru sorduğunu anlayamadım.

Bir ölüm için “çok çekiyordu, dinlendi” ya da “zaten bekleniyordu ama yine de ölüm tabi” gibi cümleler kuran insanlar ülkesinde yaşadığımı gördüğümden beri daha da hızla yurtdışına kaçma isteği duymuyor değilim. Her ölüm acı, ani ve erkendir. Kimse biçilmiş ömrüde olsa ölümü beklemez, bekleyemez, düşünemez, zihninde canlandıramaz. Taallül edilemeyecek bir şeydir ölüm. O kişinin olmayışının, olmayacağının kabullenilişi. Tatsız ,sanrılı ve sancılı.

O gün telefonum çaldığında arayan “o” idi. Hep sarı kızım derdi ve telefonu açtığımda yine öyle hitap etti. Sesinden yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu anlamıştım. Kendini iyi hissetmediğini söyledi. Telefonu aceleyle kapatıp babamı arayarak durumu anlattım, bende işlerimi halledip hatta kendimi şımartıp arkadaşımla o çok sevdiğim türk kahvesi keyfini yaptım. Tekrar telefonum çaldığında bu kez arayan annemdi ve eve gelmemi rica ediyordu. Anlamlandıramamıştım. Eve vardığımda kapıyı açan “o” değildi. Herkes evin farklı bir köşesinde; ablam kuzenlerimle beraber mutfakta, halam salonda, annem babamın başında oturma odasında, eniştem yakınları aramak için telefonun başında, sonradan öğrendiğim üzere amcam olan biteni kabullenemediği için elini duvara vurup bütün kemiklerini kırdığından hastanedeydi. Herkes ağlanıp, sızlanıyor durumu anlamaya idrak etmeye hatta belki de kabul etmeye çalışıyordu. Ben ise sadece duruyordum.

İnsan hayatının belli zamanlarında durur hatta durmalıdır da. Bazen bundan sonra atacağı adımı düşünmek için bazen de durmak için durur sevgili okur. Bende o anda uzun sürecek ve etkisi kolayca geçmeyecek bir şekilde durmuştum duyduğum karşısında. Eniştem telefondaki sese aynen şöyle diyordu: “ Evet annemizi kaybetmiştik biliyorsunuz yok ben onun için aramadım bugün babamı da kaybettik” diyordu. Zihnim karıncalanmaya başlamıştı o an ve o telefonun ucundaki sesten bile daha şaşkın ve aptaldım. Hiç bir şey yapmadan sadece duruyordum artık. Ağlamadan, bağırmadan, çağırmadan, isyan etmeden …

Sadece 15 gün…

İnsan ömründe ne kadar da kısa bir zaman. Daha ne olduğunu anlayamamıştım, onun nasıl olacağını, nasıl kabullenip yaşayacağını, sessizleştiğindeki tepkiden gerçek tepkisine nasıl geçeceğini kestirememiştim bile. Birbirlerinden bir an olsun ayrılmamış, yeni yetme sevgililerin birbirine hoyratça söylediği gibi  “ömrümün sonuna kadar beraber olmak istiyorum” cümlesini yaşayarak dillendirmiş bir çiftin geride kalanının bu yaşamadığı diyarlarda ne yapacağını bilmiyordum. Yas sendromundaki beş evreyi nasıl yaşayacağını düşünürken o çoktan kabullenmiş ve ne yapacağını biliyordu bile.
Ev yine dolup taşarken artık o evin sahiplerinin olmaması ne garip bir şeymiş. Kendimi hırsız gibi hissediyordum. Mutfak masasında otururken gözüm ilaç kutusuna takıldı son 5 günlük ilaçları aynen duruyordu. Hiç birine dokunulmamıştı. Bilmem kendince yaptığı bir nevi harakiri miydi yoksa bir şeyi çok istemek miydi neydi bilmiyorum ama tek anladığım “Ben onsuz ne yaparım?”  sorusuna çoktan cevabı vermiş olmasıydı. Cevap basitti. Yapamam.    

Bunlar yaşanalı tam beş yıl oldu. Bir sürü yazdığım yazı oldu bununla ilgili belki daha bir o kadarı da yazılacak. Sayısız kere düşünüldü, tekrar tekrar defalarca kere yaşandı. Çoğu cevapsız bir sürü soru soruldu, ihtimaller üzerinde teoriler kuruldu. Hepsi yapıldı, yapılıyor, yapılacak…
İlk ölümden sonra gelen insanların söylediği cümle aklımdan asla çıkmayacak. “Bunu unutturacak acı yaşatmasın”. Ne olabilir ki daha kötü ölümden başka demiştim. Daha kötüsü bir ölüm daha imiş. Yaşam akıp giderken söylediğin o büyük cümleleri karşına uzun vadede ya da benim gibi 15 günde çıkarıyor. Hem de geçmeyen bir pişmanlıkla birlikte. Ve onları yaşayarak yutturmayı öğretiyor sevgili okur.Bana neyin, neden mani olduğunu bilmediğim, hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım hatırlayamadığım bir nedenle onun yanına gitmeyişim gibi.

Her sıkıldığımda, rüyamda hala sizi görüyorum. İnanıyorum ki mutlusunuz çünkü berabersiniz…

Ömrünüzün sonunda bile…

Sizi seviyorum....  
 

4 Eylül 2011 Pazar

İyiydik...


 
Seninle ben iyiydik !!!

Kötünün iyisi mi, ortalama iyi mi yoksa iyinin iyisi mi bilmiyorum. Seneler geçtikçe senin beni bilmen mi benim seni bilmem mi iyiydi. Beraber büyümemiz mi iyiydi.

Öğrenirken hayatı birbirimize destek olmamız mı yoksa her düştüğümüzde birbirimize tutunmamız mıydı iyi olan?

Kurduğumuz hayallerimiz mi iyiydi? Paramız olunca yapacaklarımız mı yoksa yurtdışında yaşama fikri mi iyiydi?

Film izlerken sarılmamız mı iyiydi. İzlediğimiz filmi sorgularken ya da okuduğumuz kitapta karakterleri tartışırken ki ciddiyetimiz miydi iyi olan?

Ya da her sana yemek yapma planında mızıkçılık yapıp senin muhteşem yemeklerini yemek mi iyiydi.

Alnıma kondurduğun minik busedeki verdiğin güven mi elimi sıkıca tutup destek olman mı iyi olandı.

Birbirimize bakışımızdan ne istediğimizi anlamamız mı iyiydi yoksa gözlerimizle anlattıklarımız mı iyiydi. Ya da susarak aştığımız yaşanmışlıklar mı iyiydi.

Eskilerden konuşup gülerken yeni yaşanacaklar için heyecan duymamız mı iyiydi. Herkese inat; inançla beraber olup mutlu olmamız mı iyiydi.

Birbirimizin olduğu kadar arkadaşlarımızın, dostlarımızın olmamız mı iyiydi.

Seninle ben bu kadar iyi iken ne zaman  yüzümüzdeki iyi olmanın mutluluğunu kaçırıp, gözümüzdeki ışığı söndürdük.

Her yaşananı iyi eden sen ve ben ne oldu?

Seninle ben iyiydik. Ne zaman bu kadar kötü olduk?¡?¡