12 Kasım 2012 Pazartesi

Kırmızı Bisiklet


“Yarın benimle gelmek istiyorsan erken kalkacaksın.” demişti yatarken. Uyumam ne mümkün. Günlerdir bugünün hayalini kurmuşum. Saatleri sayıyorum heyecandan. Hemen ertesi gün olsun istiyorum. Hayatımda uykusuzluktan sabah ezanını ilk o gün dinliyorum. Saat çalmadan önce zıplıyorum yataktan. Giyiniyorum özenle. En sevdiğim şortumu, bluzumu seçiyorum dolaptan. En sevdiğim,uğurlu dantelli çoraplarımı giyip kapıda ondan önce bitiveriyorum. Aşağı kömürlüğe iniyoruz beraber. Eski püskü bir sürü eşya arasından ulaşıyoruz ona. Kilidini büyük bir seremoni ile açıyoruz. Ben ufacık bedenimle yardım etmeye çalışırken o çoktan direksiyonu ve selenin boyunu ayarlıyor bile. Üçüncü tekerleği de taktıktan sonra hazırız yola çıkmaya. Kırmızı pinokyomuz bir Ferrari edasıyla karşımda duruyor.
“Hadi, bin bakalım.” diyor. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarparken, dizlerim titremekten birbirine çarpıyor. Göstermiyorum. Hemen tırmanıyorum seleye. Ayaklarımın titremesine dur demeye çalışırken, bir de pedallara yetişme derdi çıkıyor. Ayaklarımı o an ki gayretimle uzatıveriyorum en kestirmesinden. Yetiştiriyorum pedallara. “Okula giderken ara sokaklardan beraber yavaş yavaş gideceğiz dönerken duruma göre bakarız.” diyor. “Tamam” diyorum kafamı sallayarak. Ağır ağır dengemi bulmaya çalışarak ilerliyoruz. Birkaç kere yalpalıyorum hatta düşer gibi oluyorum ama çabuk buluyorum dengemi. Yavaş yavaş bütün çocukluğumun geçtiği o sokaklarda ilerliyoruz. Bir eli selede diğer eliyle de bilemediğim yolları göstermek için direksiyonda varıyoruz okula.
Karnesini alıyoruz. Hepsi pekiyi. Vedalaşıyor arkadaşları ve öğretmeniyle seneye daha da olgunlaşmış buluşmak üzere. Geri dönüş vakti geliyor. Acaba bana güvenip tekrar bisikletini verecek mi? Merakımı gideriyor hemen. “Artık 3. tekerleğe ihtiyacın yok. Tam anlamıyla bisiklete binmeyi öğrenmelisin.” diyor. Yana doğru iteliyor yedek tekerleği. Korkuyorum. Üzerimden attığım heyecan gelip tekrar yapışıyor bacaklarıma. Düşmek, yaralanmak değil beni endişelendiren. Hiç bilmediğim bir şeyi yaşayacakken onsuz ilerlemek, güvenini boşa çıkarmak beni ürperten. Anlıyor hemen halimi. ”Ben seni selenden tutuyor olacağım sen de buraya gelirken söylediklerimi aklından çıkarma” diyor. Başlıyorum pedalları ağır ağır çevirmeye. Dengemi de sağladıktan sonra yavaş yavaş hızlanmaya başlıyorum. Soruyorum “Oluyor mu? Nasıl gidiyorum?” diye. Kendimi onaylatmak istercesine. “Aferin, oluyor.Önüne bak.” diyor. Yolları da öğrendiğim için güvenmeye başlıyordum kendime. Biraz daha hızlı çevirmeye başlıyorum pedalları artık. Heyecandan terleyen yüzümde rüzgarın verdiği serinliği hissettikçe daha da hızlı çeviriyorum pedalları. Bir yandan da bağırıyorum yine “Oluyor mu?”. Onaylayan yanıtı derinden bir sesle aldıkça devam ediyorum yoluma. Evin önüne geldiğimde onsuz olduğumu fark ediyorum. Arkamdan tutmadığını ve yalnız olduğumu anlayıp panikliyorum. Nerede olduğuna bakarken düşüyorum bisikletten. Koşarak geliyor yanıma. Bakıyoruz yaralanan yerlerime. Ağlamıyorum. Onun yanımda olduğunu bilmek unutturuyor düşmenin acısını. "İyi gidiyordun ne oldu diyor.”" Ben senin arkamda olduğunu düşünüyordum. Göremeyince korktum, dengemi kaybettim.” diyorum.
Şimdi tekrar bisiklete biniyorum. İlerliyorum da. İnsanız ve hep daha fazlasını istiyoruz ya ben de o hesap ellerimi bırakıp bisiklete binmek istiyorum. Rüzgarı sadece yüzümle değil kanatlanırcasına açtığım kollarımda da hissetmek istiyorum. Biliyorum sonunda düşeceğim. Ama düştüğümde biraz daha fazla o rüzgarı hissetmiş olacağım..

9 Eylül 2012 Pazar

On The Bridge


Saatlerdir bakıyorsun gitmemiz lazım artık. Zaten dönerken geçeceğiz köprüden.

Aslında yok ya da var. Tek bildiğim fazladan kalınmış zamanlar yaşıyor olmam. Gitmem gerekiyor. Rüyadan uyanmam lazım kabusa dönüşmeden. Olmamam gereken yerlerde dolaşıyorum. Ayağım tökezleyip düşmeden yürüyerek uzaklaşmam lazım.
Mutlu muyum? İyi miyim? Memnun muyum? Cevapları yok.
Yoksa o bilindik hikayeyi mi yaşıyorum? Köprünün tam ortasında durmuşum. Önümde karanlığında savrulacağım, kuru dallarıyla beni sarıp kanatlarımı kıracağını bildiğim bir yol var. Arkamda bilinmezlik. Öylece ortadayım gardımı indirmiş, savunmasız. Soruyorum kendime: “Kimsin sen? Hangi taraftasın?”
Aşk mı, intikam mı?
Şevkat mi, hırs mı?
Mahkum mu, cellat mı?
Hep bir tarafı seçmen istenir zaten. Ama tam köprünün ortasındaysan 3. bir seçenek vardır.
Köprüde olmaktır işte o üçüncü seçenek. O da ateşe atlamaktır; belirsizlik ve aidiyetsizliğe.

Bilmediğim bir zaman sonra kalkıyorum yerimden ve dönüp cevap veriyorum. Vapurla karşıya geçelim mi köprüde olmak istemiyorum da…

17 Ağustos 2012 Cuma

Yol

Hiç birisinin ya da hiçbir şeyin sana sahip olduğu oluyor mu?
Evet, evet fark ettim bunu. Her fark ettiğimde de gitmek istedim. Bazı insanlar aile kurmaya önem verirler yani buna değer verirler. Bazı insanlar da başka bir takım şeylere değer verirler. Bunlara değer verirken de niye değer verdiğini düşünmez bile toplumun içinde erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi değer olarak sunduğu için artık o kişinin yok sayma halidir. Koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bir işe girmek için yarışır, güzel bir kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarış ve kazanma durumudur bu.
Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün. Paris’e geldiğinde ve o takın altında; bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu. Yalnız kaldığın o anda “Ne oldu be şimdi?” “Ne olacak?” diyorsan kaybedensin sen. Kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin. 
Peki bunun farkında olmak? Yaşlı bir kızıl derelinin dediği gibi “Hayatın bize sunamadıklarını mı sunar?“  Yoksa “Sanat diğer tüm şeyler gibi seks için midir?”  Yaşlı bir kızıl dereli ne kadar yanılabilir?
Bazen yanılabilir,
Bazen susar,
Bazen konuşmak ister,
Bazen dinlemek ister,
Bazen yalnız kalmak ister,
Bazen arkadaş ister,
Bazen gitmek ister,
Gider bazen,
Bazen gidemez,
Bazen hiç gidememekten korkar,
Bazıları sonsuz neşeye doğar,
Bazıları sonsuz geceye,
Bazen ölürsün,
Bazen ölemezsin, bazen bütün koşullar uygunken bile ölemezsin,
Bazen kendinden uzaklaşmak ister insan,
Bazen gidersin sırf dönebilmek için,
Bazen ağlarsın baya,
Bazen ağlayamıyorsun baya baya,
Bazen içiyorsun,
Bazen çok ama çok fazla içmek istiyorsun da
Bazen sen zaten içmeye gidiyorsun,
Bazen biri gelip karşına oturuyor ve teslim oluyor sana tüm çıplaklığıyla ve diyor ki:
“Çok seversen, inan çok seversen..”
Ama bilmiyor ki çok sevmek de bir an’a ait.

22 Temmuz 2012 Pazar

Fikr-i Seyahat: Beirut,10.07.2012

"Ağaçların tersine,yollar rastgele atılmış tohumlarla topraktan fışkırmaz. Bizim gibi onların da bir başlangıcı vardır. Aldatıcı bir başlangıçtır bu,çünkü hiçbir zaman bir yolun gerçek bir başlama noktası yoktur;birinci dönemeçten önce,orada,hemen arkasında başka bir dönemeç daha vardır ve ondan önce bir tane daha…Ele avuca sığmaz bir başlangıçtır bu;çünkü her kavşakta başka başlangıçlardan gelen,başka yollar katılmıştır.”*

Ve bu kavşakta başka bir başlangıç için Özlem’in -ki kendisi ahretliğimdir- yolunu da katarak yola başlıyoruz. Sabah 08:30 uçağıyla gittiğim Atatürk havaalanında Özlem’i beklerken booking.com’dan Cavelier otele rezervasyonumuzu yaptırıyorum. Çünkü ikimizde aynı rahatlıkta iki kişi olmamızdan ötürü tatile dair tek planımız gideceğimiz yer için gidiş-dönüş biletimizin olmasıydı. (Hatta Özlem’in bileti bile yoktu).Uçağa gittiğimizde Özlem’in THY kabin memuru olması ayrıcalığını kullanarak 33E-33F olan koltuklarımızı 3A-3B olarak değiştirip business uçma keyfini yaşayarak daha ilk dakikalardan tatilimizin şanslı ve iyi geçeceğine dair kuvvetli bir sinyali almıştık. Uçakta bizzat kaptandan THY’da Türk çalışanların isimlerini ve numaralarını alıp tavsiyelerini uymamak üzere dinlerken Beyrut’a varmıştık bile. Pasaport kontrolü için doldurduğumuz kağıtta kalacak yer sorusuna yazacağımız bir cevabın olmasının önemini de görevlinin oteli arayarak kontrol etmesi ile anlamış olduk.  Pasaport kontrolü şanslı bir şekilde atlatıp 3 aylık Lebanon vizesi aldık. Burada öğrendik ki hava yoluyla Lübnan’a giriş yapmak isterseniz bildiğiniz üzere vize istemiyor. Eğer kara yoluyla ülkeye giriş yapmak isterseniz vizeniz olması gerekliymiş. Bu faydalı bilgiyi öğrendikten sonra bize yardımcı olabileceğini söyledikleri İsmet hanımı(!) ararken Yavuz ‘u bularak sorularımızı sorduk. Beyrut’ta toplu taşıma araçları olmadığı ve her yere taksi ile gidileceğini,havaalanında da taksi bulmanın imkansız olduğunu öğrenerek taksi konusunda yardım istedik. Özlem ile taksi konusunda benimsediğimiz 10 $ (=15000 LL) dan fazla vermeme mottosuyla pazarlığımızı yaparak taksiye bindik. Havaalanından şehir merkezine giderken her 200m de bir nöbet tutan kamuflaj ve kalaşkinovlarıyla askerler ürkütücü görünüyordu. Şehre ilerledikçe geçtiğimiz yerlerin bir kısmı fazlasıyla lüks bazı yerler de savaşın bütün izlerini taşıyordu. Şehri karakteristik yapan ise binaların savaş sarısı olmasıydı bence. En büyük sürprizi ise otelin bulunduğu Hamra Street’e girdiğimizde bana göz kırptı. Costa Coffee. Buraya yerleşme sebebim bile olabilirdi.
1 saatlik yol bilmeyen taksicimiz ile Hamra Street’in sokaklarında yaptığımız yolculuktan sonra Cavelier Hotel’e ulaştık. Burada da 1,5 saatlik İngilizce,Fransızca ve Arapça pazarlık konuşmamızdan sonra 45 $ a anlaştık. Özlem ile birbirimize çok yorulduğumuzu söylerken otel müdürünün “Turkish coffee?” sorusuyla bütün yorgunluğumuzu unuttuk. Kahve ve sigara keyfini otel lobisinde yapabilmekte ayrı bir keyifti tabi.

Biraz dinlendikten sonra otel müdüründen aldığımız tavsiye ile akşam yemeğimizi yemek için Achrafiye’de Abd el Wahab restaurantına gittik. Menüyü şöyle bir inceledikten sonra Fattouch (Sumaklı ve bol ekşili Lübnan salatası), Kajjal (yoğurt ve çıtır ekmekli et),Falafel (bunu anlatamayacağım ama mutlaka yiyin en lezzetlisi)ve Arak siparişimizi verdik. Lübnan mutfağının tek komik yanı ise aperatif olarak haşlanmış fasulye gelmesiydi. Yemeklerimiz bittikten sonra yapılan meyve ikramı ile kremanın üstündeki çileği yiyerek  artık ünlü gece hayatına geçme vakti gelmişti.
Gece hayatının en hareketli olduğu yer Gemmayzeh denilen bölgede idi. Çok uzun ve bol lüks arabanın geçtiği bir sokakta sağlı ve sollu sıralanmış club ve barlar mevcut. Sokakta yürüdüğünüzde pek bir ilginçliği ya da hafta içi olmasından dolayı fazla bir kalabalık olmamasından dolayı sakindi. Bizde birkaç mekan gezdikten ve son enerjimizi de taksi pazarlığında harcayarak otelimize geri döndük.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Yolların Başlangıcı

Başka biri olsaydı,”kökler” den söz ederdi…Benim sık kullandığım bir sözcük değil bu.”Kök” sözcüğünü sevmem,imgesinden daha da az hoşlanırım. Kökler toprağa gömülür,çamurun içinde kıvrılıp bükülür,karanlıklarda dal budak salar;daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder ve gözünü korkutarak beslerler:”Özgür kalırsan ölürsün!”*

Gitme vakti...
Bilmediğim bir şehirde,bilmediğim insanlar tanıyıp,bilmediğim zamanlar geçirme vakti…
Sokaklarda dolaşıp yaramaz çocuklar gibi duvarlara elimi sürterek yürüme vakti…
Kendi çıkmaz sokaklarımda kaybolmuşken bilmediğim sokaklarda yeniden bulma vakti.
Bütün her şeyi dağınık bırakıp kaçma vakti…
Yenilenme ve arınma vakti…
Durma vakti…
Yol vakti…
*Amin Maalouf

11 Haziran 2012 Pazartesi

Çay Acıyı Alırmış...



Birer tane daha alırız…
Çaylar geliyor. En güzelinden demlenmiş,o samimiyetsiz ve kolayca yapılan sallama çaylardan değil. Tomurcuk çayı içiyoruz. Çayımızı yudumlarken kırklama yapıyoruz hikayelerimizi yanına. Kim anlatıyorsa diğerleri dinliyor büyük bir merakla yaşananları. Aslında ufak farklılıklarla benziyor yaşanmışlıklarımız. Hepimiz güzel hayatlarımızın olacağına inandıklarımızın bizim gökyüzümüzde olmasını istemişiz. Ama bizlerin gökyüzüne, kutup yıldızına o acıları yükleyip bakmak düşmüş.
Anlatıyoruz, anlattıkça anlıyoruz. Nedenleri, niçinlerimizi, sebepleri, sonuçları.
Bilirsiniz çay demlendikçe acılaşır, durdukça koyulaşır. Acılaşan çayın üzerine konan soğuk su gibi geliyor yaşanmışlıkları anlatmak. Belki onlarca kez anlattık farklı insanlara hikayelerimizi, hatırladıkça koyulduk, acılaştık. Ama yargılamadan, suçlamadan, sorgulamadan sadece dinliyor olabilmek ve anlaşılabilme hissiydi iyi gelen. Ve biliyoruz ki hatırlamak istediklerimizle mutluyduk.
Sonra Dostoyevski karakterlerindeki çayın verdiği dingin hali yaşarken betimleyemesek de, arabalarımıza yürürken o hazzı ve mutluluğu üstümüze çekip evlerimize gittik.

PS: Eksiklere rağmen uzun zamandır böyle keyif aldığım bir sohbet yapmamıştım. Teşekkür ederim.

5 Haziran 2012 Salı

Karanlık


Kafam güzel yalan yok..Canım da sıkkın..Kaç zamandır meraklardayım..Para kazanıyorum, rahatım yerinde ama bu huzursuzluk niye.. Baktım, tarttım kendim mi?.Çıktım içimden karşısına geçtim..Konuşmaya çalıştım..Konuşacak dermanı yok..

Bir sürü insan var etrafımda yeni öğrendiğim..Sigaralarını alıyorum adını bilmediklerimin..Sonra isimlerini,kendilerini öğreniyorum..Bazıları gönlümün kanadını kıpırdatıyor..Hislerini bilmediklerime hislenip,hislerini bildiklerime hissizleşiyorum.. Sohbetler yapıyorum,içkiler yudumluyorum,kahveler içiyorum..Ama kimseyle çay içmiyorum,içsem belki acımı da alacaklar..Ama kimse bilmiyor çay insanın acısını alır diye..

Neyse diyorum sonra yine aynı döngü..Çok var etrafımda böyle..Haddinden fazla..Bir bakıyorum herkes uğraşlarda..Çok yorucu..Keşke diyorum rahat olsam..Herkes düşündüğünü yaşasa,hissettiğini anlasa..Resmin etrafı karanlık,benim de kafam cinayet…

9 Mayıs 2012 Çarşamba

I was in there


Arabada sohbet ederek yolu kısaltıyoruz. Bencil olduğumuzdan ama hayatta önem verdiğimiz kişilerden sohbet ediyoruz. Farklı fikirler sunmadan hepimiz  “en önemli” olanda aynı payda da buluşuyoruz.  
O diyorum. Benim hayatımda bir kat daha önemli. Hayattaki her şey bir yana o başka bir yana. Belki diyor annen-babana bir şey olsa hayatta ikiniz kalacağınız içindir. Belki diyorum. Olabilir.
Zaman geçiyor, bütün hafta bu zamanı beklemişken birden gözüme ilişiyor, aklıma düşüyor o sofrada tek bir hücrem bile kalmıyor.  
Sonra o ışıklı yere bakıyorum. Sanki gitsem orda onu göreceğim, kaç gündür görmedim diye içim huysuz, huzursuz. Geçiverecekmiş gibi geliyor herşey. Işıklı yer diye tutturuyorum rakımı yudumlarken.
Anlam veremiyor kimse.  Anlamsız da zaten sadece bol ışıklı,kalabalık bir balkon ismi gibi.
Öyle değil diyorum içimden o ışıklar onun yüzü gibi ışıl ışıl çok uzun zamanlardır göremediğim, o kalabalıklar onun rengarenk iç dünyası gibi yıllardır üzerine beton döküp kaçak mutsuzluk katları çıktığı. O ışıklı yer gibi aşağıdan bakınca alelade bir yer gelebilir belki diyorum ama o’nun kalbini ancak doğru yerden doğru açıyla bakan bilebilir. Herkes öyle değil mi bakmayı yaklaşmayı bilirsen, yeterince emek verirsen sana ayçiçeği gibi yüzünü dönüp, çiçek vermez mi?
Canımdan öte;
Gözüne kara bulutlar toplanmış yağmur öncesi,
Belki fırtınalı bir yağmur olacak,
Bırakalım yağsın şimşekleriyle.
Sen hep bana bak bulutsuz,
Bil ki yağmurun arkasındaki gökkuşağı
En canlı renkleriyle senin gözüne doğacak.
Ve senin gökyüzünde yeni kahramanları aydınlatacak.

Kardeşim, Canım, Bitanem ,Yol arkadaşım,
İyi ki varsın ve az söylesem de seni çok seviyorum.  

21 Nisan 2012 Cumartesi

Pandora'nın Kutusundan #2




Ayın şaftı denize, dalgalar sahile, huzuru kalbimize vururken;

Şahit gösteriyoruz yıldızın kaymasını sevgimize, inanıyoruz kutup yıldızı orda olduğu sürece bizimde var olacağımıza. Sabitler arıyoruz kendimize sanki bir sabitimiz olursa bizde sonsuz oluruza inanıyoruz. Belki boyumuzdan büyük hayaller kuruyoruz ta bugün için. Telefonlarımıza ayrı ayrı, notlar düşüyoruz çocukça. Söz uçsa da yazı kalır diyoruz gülerek. Alarm kuruyoruz saat 8 e. İşimiz, telaşımız çok erken kalkmamız lazım.

Sonra bir şeyler oluyor. Oldurmayan, olmamış. İnandıramıyoruz, inanmıyoruz birbirimize.

Susuyor şahitler, inkar ediyor masalımızı. Bizde başka hikayelere figüran olarak gidiyoruz.

Artık yağmur sonraları toprak kokmak yok
Tomurcuklanmak günah
Ve bir insan gözü yüzünden yüz gün art arda uyumamak
Kimse ölmesin diye
Kimsenin aklında her sevdalı verdiği sözü geri alacak
Güneşi ayı ve hatta hiç bir tabiat olayı
Şahit gösterilmeyecek hiç bir sevdaya
Ne deniyorsa onu atacak kalp ...

4 Nisan 2012 Çarşamba

It's Escaped Your World



Araba gelmiyor ve ben koşarak karşıya geçiyorum. Nerdeyse bir yıl sonra ilk kez kaçmıyorum. Gerçekten gerektiği için gidiyorum bu sefer.
Neler kaybettiğim/kaybettiğimiz belli değil. Hiç bir zaman da tam öğrenemeyeceğiz.  Ancak yaşayarak anlaşılacak kaybımızın büyüklüğü. En yorulduğumuz, en nefes almak istediğimiz zaman o telefonu çevirip konuşamadığımızda koyacak. Hayatımızdan giden her gün seni gerçekten sen olarak tanıyabilen hatta bazen seni sana tüm çıplaklığınla anlatabilen birinin sadece yaşamında görmek istediğin yerde durması gerektiğinin önemini içimizde büyüyen cümlelerle anlayacağız.
Biliyorum bu zamanda birçok soru sordun cevapları olmayan. Kendince anlamlar yükledin doğru/yanlış.  Nedenlerini aradın sonucu belli durumun. Nedeni bazen yaşananlar, bazen hayat, bazen de bizdik. Tekrar düşünülmeyecek ve sadece bir çırpıda kabullenilecekti ortada olanlar. Nedeni bende de yok ve tek bildiğim fabrika ayarlarına asla ama asla geri döneceğimizdi.
Şu bir ayda bir sürü anlatacağımız küçük hikayeler, önemli olaylar olmuştur eminim. En önemlisi ben günlük yaptığım sıradan şeyleri bile yeni bir element bulunmuş gibi anlatamadım, sen bunlarla dalga geçmedin. Hatta blog yazısı yazamadım; yazı bittikten sonra aynı Zaytung haberini hatırlayıp gülemeyeceğim(iz)den ve en acımasız ama yapıcı eleştirileri alamayacağımdan. 
Ve en önemlisi ben bu haftasonu geldiğimde 12. kez görüşmeyeceğiz ve ben koa hastası gibi yarım nefes alıyor olacağım Kuleli’ye bakarken. Sen ise belirsiz zamanlardır tam nefes alamıyorsun bile sayemde.
Sadece bil istiyorum ki; hayatımda her zaman önemli ve özel kalacaksın. Kendine dikkat et ve iyi bak diyeceğim ama nasıl iyi olacaksan öyle bak…

PS.Bu şarkı kime yazılmış? Bana tabi ki.

16 Şubat 2012 Perşembe

Pandora'nın Kutusundan #1


29.12.2009
"Tekerlekler piste değiyor. Ama yeterli değil. Bir an önce çıkmam lazım. Aylardır çürümüş gibi özlemek kokuyorum. Bir sarılsam doya doya, baksam gözlerinin içine tamam diyorum. Aklımda ona daha kavuşamayacağım vakit var diye düşünürken geldiğini tesadüfen öğreniyorum. Sürprizini bozuyorum ama olsun gelmiş ya önemli olan bu. 3 saat hayatımın en mutlu zamanını yaşamaya THY sayesinde rötar yapıyorum ama olsun.

Beni uğurlayamayışın aklıma geliyor belki o yüzden daha da buruk gitmiştim o uzaklara. Vedalaşan çiftler,anonslar,son çağrılar aklımda. Ama gidiş-dönüş alınmaz mıydı o biletler. Yoksa kimse sevmezdi terminalleri kavuşma anları olmasa.
Sonra çıkıyorum o kapıdan.O anı kafamda 6 ay boyunca kaç kere motor diyerek çektim bilmiyorum. Ama biliyordum istediğim gibi olmayacaktı. Tıpkı bir oyuncak için saatlerce tutturan, ağlayan çocuklar gibiydim. Tek istediğim artık özlemekten yorulmuş halimi dindirmekti. Kalbim acıyor,duygularım beynime batıyordu. Oyuncağı alsam, benim olduktan sonra elde ettikten sonrasına dair tek bir planım bile yoktu. Zaten kavuşma sahneleri üzerine plan yapılsa de reelde öyle olmuyormuş.

Sessizce gelmek isterdim. Tertemiz sabun kokan çarşaflara serilmek,uyumak istiyordum. Sen uyurken en masum halini izlemek, uyandığında uyuyormuş taklidi yapmak istiyordum. Saatlerce saçlarını okşamak sonra usulca sokulup kokunu içime çekip memnunluğumu düşünmek istiyordum. Yarı gecede ayıp sıkıca sarılmak istiyorum.

29.12.2010
Ve bitiyor benim için özlemek. Fiil anlamıyla kalıyor benim için cümlelerde. Bu denli benlğimi katarak özleyecek vakitler yaşamam diyorum. Beton döküyorum duyguma ve üzerine kaçak katlar çıkıyorum. Benim için artık suskun'un mısralarında kalıyor en güzel anlatımla özlemek. Ayıyorum yarı gecede. Yeşil bir yağmur sonra. Yağıyor yeşil... "

Tozlu sayfalardan gelen anlatım bozukluklarım, karışıklıklarla orantılı. Cümlelere dokunmaya çalışırken içimden bir ses bırak dağınık kalsın dedi.

İnsan hatırlamak istedikleri ile mutludur.Hatırlamak istemedikleri başkalarının ayıbı.

14 Şubat 2012 Salı

The One

Bi bir adımla yaşayacağım mutluluk benim, bi kilometrelerce koşsam yakalayamayacak olanım,
Bi karar verenim, bi yollar boyunca kararsızlıklarım,
Bi eğlencelerin en hareketli insanıyım, bi eğlencenin ortasında kendimden çıkıp düşünenim,
Bi bütün kalabalıklar benim, bi kalabalıklarda bir kişi bile değilim,
Bi acıtanım, bi acıyanım,

Bi gel-git'lerim,bi git-gel'lerim,
Bi en güzel kurulmuş cümlelerim, bi devrilmiş cümlelerim,
Bi bütün yapılanları batıranım, bi bütün yapılanlar batanım,
Bi neyin olmasını istediğimden eminim, bi neyin olmamasını istediğimden,
Bi tamamen bu şehrim, bi tek bir hücrem bile buraya ait değil,
Bi unutmak için hızlı yürüyenim, bi hatırlamak için yavaş yürüyenim,
Bi bütün konuşmalar benim, bi bütün susmalar,
Bi bütün benim, bi bütün yarım kalanlarım,
Bi en net benim, bi bütün oksimoronlar benim,
Bi ben'im,bi benim...

8 Şubat 2012 Çarşamba

Sense of Touch

Hayır!
Anlattığım hikaye sanki başkasının başına gelmiş bir felaketti.Birdenbire sebebi belli olmayan bir şekilde tat alma duyumu yitirmiştim. İnsanlığı tehdit eden ve nedeni bilinmeyen bir virüs müydü sebep? Bilmiyorum. En muhteşem tabaklarda, en pahalı lokantalarda, en şık servislerde, en güzel yemeklerin hepsinin tadını inkar ediyordu tüm benliğim.Yedi ölümcül günahtan oburluğun hakkını verircesine farklı lezzetler yiyiyordum. Ama hayır. Tat alamıyordum. Madem ispirto ile en pahalı kanyak bile aynı tatsızlığa sahip olacaktı benim için;
artık sadece hayatta "ben" olmanın tadına varabilmeliydim. Hem tadına varamadığım şeyleri işitsel olarak hissedebilirdim. İşittiğim, zihnimde kalanlardan zevk alabilirdim.


Sessiz olsamda kızgındım. Hem de çok kızgındım.

Tat alma duyumun kaybına alışamamışken işitme duyumu da kaybetmiştim. Hiç birşey duymuyordum. Son duyduğum hiçlik cümleleri zihnimde iken duymak istediklerimi duyamıyordum. Ama yılmamalıydım. Ne kadar kızgın olsamda duymak istediğim şarkılar, işitmek istediğim cümleler varken yapabilirdim. Kızgındım ama hoparlöre elimi dayayarak müziği ritminden takip edebilmeyi öğrenebilirdim. Duymak istediklerimi duymasam da susarak aşmamışmıydım kötü zamanları. Ama yine de kızıyordum. Onca zamandan sonra işaret dilini öğrenmek zoruma gidiyordu.

Hayat devam ediyordu.

Hem sadece yitirdiğim işitme ve tat alma duyularımdı. Tekrar herşeye alışabilir üç nokta koyduğum sonlarımdan sonra paragraf başı yapabilirdim. Hem bolca "ben" le başlayan cümlelerim, tat almadan yaşadığım zamanlar ve azami sınırlarda hissettiğim ritimlerle iyi kötü bir hayat oluşturabilmiştim. Biraz dikkatle baktığımda bunların gayette iyi olduğu illüzyonunu görüyordum. Yetiyordu da. Ta ki görme yetimi kaybedene kadar. Herşey birden kararmıştı. Göremiyordum. Biri bütün şalterleri indirmişti sanki. Ama mutlaka tamir olucaktı.Düzelicekti nihayetinde.

Düzelmiyordu, depresyona girmiştim.

Hepsine alışmıştım. İyi kötü bir biçimde kaybettiğim duyularımla ve bunları yaşadığım süreçleri atlatmaya çalışıyordum. En kötüsünün başıma gelmesinden korkuyordum. Koklama duyumu kaybetmek. Koku takıntımdı. Koku kişilik, o kişi demekti benim için. Beyindeki koku merkezi hafıza merkezini tetikliyordu. Hafızamda bulunan binlerce yaşanan anının kokusu,koku duyumu kaybetmemle yiticekti. Kaybetmişliğimle yitip giden yaşanmış zamanlar olucaktı. Boğazına oturan yumruklar,gözünün ucunda duran ve akıtamadığım göz yaşlarım vardı kokularda. En kötüsü ise çözümsüzlüktü. Ne olursa olsun çözülemeyecek olması ve asla reply butonuna basılamayacak olmasını bilmekti.

Kabullendim.

Tadını alamasamda hayatta "ben" im en önemli olduğumu, işitmesem de işaret dilini öğrenerek duymak istediklerimi anlayabilmeyi, göremesemde birbirine dokunarak ve hatta nefes aldığını hissederek yaşamanın yeterli olduğunu anladım. Koku mu?

İçine çekerek koklamamalı,koklanmamalı...

PS: Bana bunları yazdırtan ve sorgulatan "Perfect Sense" sarsıcı,etkileyici ve izlenesi bir film.

17 Ocak 2012 Salı

Yine Geç Kaldım

Yeni yılın ilk günü sabah 10 civarında çaldı telefon. Aklımdan “Aileden biri olsa cep telefonundan arardı. Kimsede burada olduğumu bilmiyor. Kim acaba?” sorularını geçirerek açtım telefonu. Her zamanki o sıcacık sesiyle kendini tanıttı. Tanıdım dedim. Nasıl tanımam. Böyle içten sevdiğini bildiğim ve sevdiğim o güzel yürekli sıcacık insanı bilmez miyim? İyiyim dedim. Sesini duydum daha iyiyim dedim. İyi yıllar sağlıklı, mutlu senelerin olsun dedi. Herkesin dediğinden farklı olan sadece –in takısıydı. Hep birlikte inşallah dedim. Nerden bilebilirim ki gerçekten sadece bana dilemiş olup onun gideceğini.
Sonra annem hastalandı, hastaneye kaldırıldı böbreklerinden rahatsızlandı dedi. Gidiyim dedim. İşlerim çıktı. Hep bir işlerim, hep bir mazeretim oluyor zaten. Ne zaman istersem ulaşabileceğime inanıyorum. Sevdiklerimin ölümsüz olmasını ve benden hiç gitmemelerini bekliyorum. Hep benimle olacaklarını zannedip erteliyorum.
Dün akşam kalbi durmuş. Reanimasyon ünitesine kaldırılmış. Annem bunu söylediğinde ondan 350 km. uzaktaydım. İçime kor düştü. Babaannemde son 3 gününü orda geçirdi. İsminin hakkını vermiyor o ünite. Oraya giden kimse tekrar hayata dönmüyor. Sanki ölüme hazırlanın der gibi kahrolasıca yer. Tam 500 km uzaktayken onun benden millerce kilometrelerce uzağa göğe gittiğini öğrendim.
Yine yetişememekten pişman ve geç kalmaktan korkarken çok geç kaldım. Göremedim seni pamuk teyzem. Seni içten ve gerçekten çok seviyorum. Özlemiştim…  

15 Ocak 2012 Pazar

The End


Bitti.
Bu cümle kadın/erkek tarafından ağızdan çıkmışsa bir kere namludan çıkan bir kurşunun 300 m/s  gibi ölçülebilen ve yaralayıcı hızıyla geri dönüşü olmayan bir şekilde önce aklına saplanır insanın. Bazen düşünülmeden sinirle dökülür. Hoyratça. İçinde bulunulan durumdan an itibari ile en keskin ve çabuk kurtulma yoludur ağızdan dökülen iki hece. Ama bilinçaltı koymuştur bir kere aklına. O an ya da daha sonra. Nihai son söylenmiştir. Bir taraf istemişse diğerine itiraz etmek düşmez artık.Akla düşmüşse, dile dökülmüşse bitmeler artık son yazgısı yazılmıştır bir kere.

Kabullenilir. 
Sonlardır insanın aklında kalanlar her zaman. Başlangıçlar güzel, önemli hatta özeldir. Leziz bir sofrada yediğin acı yemeğin tadını unutmaman gibidir sonlar. Hevesle ve büyük bir iştahla oturduğun o sofradan bozulan ağız tadınla kalkışın aklında kalan olacaktır. Son cümleler gibi.
Bitişlerin son cümleleri neon ışıklarla kalır insanın aklında. Geri dönüşümü yapılması için kıymık makinasında öğütülecek kağıtlara yazılıp unutulacak cümleler değildir onlar. Aklına geldiğinde hep hissedilecek, hep canını yakacak olanlardır. Düşündüğünde ayrılan heceler yüreğine ok gibi ayrı ayrı saplanıp, her harf kanayan yaranı kanırtacaktır.
Ve bitti sözü ağızdan döküldüğü andan sonra konuşulacak her cümle anlamsızdır. Susulmalıdır. Bitmişe, tükenen sevgiye ve aşka saygı duruşudur susmalar. Kurulan cümleler ya da sunulacak iyi niyetler ise çaresiz bir hastanın ölümü beklerken oyalanmasından başka bir şey değildir. Duvar kağıdın olarak zihnine bir zamanlar hevesle baktığın ve içinde kaybolduğun o gözlerde gördüğün hiçliği koyup, arka fona şarkını yerleştirip gitmektir yapılacak.
Sonlara en yakışandır; susmalar. Bittikten sonra bile. Yaşanmışa, yaşamışa ve yaşayana saygı için…

4 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Yıl 2011,Bir Yıl Daha 2012

                                 

Giden 2011,
**Sana öyle çok hızlı geçtin vallaha nasıl geçtiğini anlamadım falan diyemeyeceğim zira epeyce ruhsal ve duygusal açıdan geçi(ri)şini yaşamış bulunmaktayım. Hayatımda çok büyük ya da köklü atraksiyonların hali hazırda yaşanmış haliyle giriş yaptığım yılda durum pek değişmedi. Ocak ve Şubat aylarım yeterince kötü ve çöküş durumuyla ardından biraz daha iyileşerek geçti.
** İş bazından bakarsam Nisan ayıyla birlikte işimde konumumun değişmesi ile kurduğum ilişkileri yani 1 yılı işimde sıfırlamış olmamda güzel oldu. Tekrar adapte olmam ve düzen oluşturmam da sancılı ve ağrılı bir dönemdi. Ancak benim için daha karlı, daha bol seyahatli ve eğlenceli olması güzeldi. İş konusunda görece daha şanslı geçirdiğim bir yıl oldu diyebilirim.
** 2011 e yurtdışında girmenin ve fırsatların denk gelmesi sayesinde bol bol gezdim. Bu en güzel tarafıydı. Tatili düşünerek ve tatil için çalışan biri olarak nisan ayında Capetown, yıllık iznimde temmuz ayında Barcelona, Madrid ve yıllık izinden arta kalan 2 gün ve bayram tatilinin birleşimiyle Amsterdam, Brugge ,Bruksel e gitmek süperdi. Ayrıca diğer bayram içinde hakkımı yurt içinden yana kullanıp Göcek'i görmek güzeldi.
** Bu seneden bana kalan ve hayatımdaki diğer güzelliklerden biri TT Arena’da Bonjovi izleme keyfiydi. Gerçi kaderime yazılmış olabilir Barcelona’da olduğum günlerde de konseri vardı artık nasıl bir istediysem siz düşünün.
** Yüksek kaçış oranım ve aidiyetsiz yaşamımla yıla damgamı vurdum. Hem arkadaşlarımı hem ailemi bezdirdim. Sağolsunlar beni anlayışla karşılayarak tahammül ettiler. Evimden daha fazla zamanı yılın 7 ayı İstanbul’da, kalanını haftanın 2 günü iş nedeniyle Antalya ‘da geçirdim. Yazın Haziran-Eylül arasını genelde evde yalnız geçirdim. Değişik ve güzel bir deneyimdi. İleriye dönük kendimi yalnız yaşama durumunda kotarabileceğimi gördüm. Çeşme’ye gittiğim her hafta sonunda o kalabalıklardan sıkılıp İzmir’e kaçtım. Hafta içi de İzmir’de bunalıp Çeşme. Epey tenis topu modeli yaptığım oldu.
**Bu sene değişik ortamlarda, değişik insanlarla tanışıp, değişik muhabbetler ettim. Yeni tanıdığım insanlar hayatıma hızlı giriş yapmış gibi görünse de ancak eşik aşamasında kaldı ve hepsi aynı hızla eşikten geri döndü. Bunun yanı sıra hayatımda yeni bir dost edindiğimi düşünürken ilginç ve anlamlandıramadığım şekilde çıkışına seyirci kalmakta günün sonunda bana çok şey öğretti.
**Diğer öne çıkan başlık ise benim için alkoldür. Bu konuda da hem ailemi hem arkadaşlarımı bezdirdim. Hayatımda alkol alım/yıl eğrisi yapsam bu sene pik yapar ortalamaları altüst ederim. İzmir, İstanbul, Çeşme, Antalya balıkçılarında master degreeyim. En çok kurduğum cümle “rakıya tek, suya iki buz lütfen”  oldu. Üzerine içtiğim votka, bira ve viskileri saymıyorum bile. Buna rağmen iki kere adam akıllı sarhoş olabildim.    
**Aşk epey uzak kaldığım bir kavram olarak kaldı. Birileri ile bir şeyler yaşadığım zamanlar oldu. Beni seçenleri seçtiğim, benim istediklerimin beni seçmediği ya da seçip benim onlar için olmamam gerektiğini anladı(ğım)kları tanışmışlıklar yaşadım. Şu anda kendimde en net olduğum konu ise hiç kimsenin aklımda ve gönlümde olmayışı ve geriye elimde hiçleri kaldığıdır.
** Yaptığım en iyi şeylerden biri de artık karalama yapmamak ve onları Ikea kutularında biriktirmek yerine burada yazıp paylaşmak oldu.
** Olaya fal tadında devam ettiğim düşünülürse sağlık açısından da 2011 ailem, sevdiklerim ve benim açımdan iyi geçti sayılır. Babamı ve kendimi 1 hafta arayla acilde aynı hastalıktan yatarken bulmak dışında gayet iyiydi.
Kısacası 2011’de; okudum.Yazdım.Dinledim.Dinlendim.Fazlaca sessiz kaldım.Sustum.Anladım.Anlamaya çalıştım.Uykusuz kaldım.Dağıttım.Topladım.Gittim.Geldim.Tanıdım.Tanındım.Sandım.İçtim.Kırdım.Kırıldım.Eksilttim.Ekledim.Üzüldüm.Acı çektim.Diledim.Pazarlık yaptım.Kabullendim.Büyüdüm.Öğrendim yani;Yaşadım.

Ve gelen 2012,
** Bir kere baştan söyleyeyim senden acayip şeyler bekliyorum. Klasik olarak ailem,dostlarım ve kendim için sağlık ve mutluluk istiyorum.
** İş konusunda başarı ve şans istiyorum.
** Yurt dışı gezi açısından aynı performansı görmek istiyorum. Bir ülkede yakalamak üzere Avrupa şehrinde bir Coldplay konseri, Temmuz başında 15 günlük yıllık iznimde Trans Sibirya tatili ve yurt içi olarak da Kaş tatili şimdilik yapılan planlar arasında.
** 2012 senden en önemli beklentim ise aşk. Açıkça söylüyorum ve istiyorum artık. Beni seven, benim sevebileceğim 10 yıl önce yaşadığım gibi sabah mutlu uyanacağım, dalıp dalıp uzaklara gidip arkadaşlarıma alay konusu olacağım, onu düşünmekten tuzu buzdolabına kaldıracağım, kavga ettiğimde onu kaybetmekten korkup uykumdan ağlayarak uyanabileceğim kadar benim için önemli olabilecek birini istiyorum.
** Diğer isteklerim konusunda yaşayıp görelim mottosunu sürelim diyor ve herkese iyi bir yıl diliyorum.