Yılmaz’ın dediği gibi yol bir yere gitmiyordu o bir susma biçimiydi; soğuk bir taşıtın uğultusunda. Aklımda bu dizelerle yola çıkmıştım. Yazın Toledo’ya giderken ki aynı duygularla Brugge yoluna başlamıştım. Orta Çağ kentleri galiba üzerimde böyle bir etki yapıyor ya da benim yoğunlaşıp, fazlaca yaşananları düşündüğüm zamanlara denk geliyor. Bilinmez. Üç saatlik Brugge yolunda biraz uyuklayıp, bol bol kitap okuyup ve kitabın tam ortasında yazmaya başlayarak bir yolculuk geçirdikten sonra Brugge’e varmıştım.
Brugge haritasını telefonuma kaydettikten sonra kenti gezmeye başlayabilirdim. İlk olarak Unesco’nun koruması altında olan Markt meydanından başladım. Bu meydanda bulunan çan kulesi ve etrafındaki orta çağ evlerin oluşturduğu görsel şölen çok güzeldi. Buranın havasını yemek yerken sindirmek üzere geride bırakarak Heilig-Bloedbasiliek a yani kutsal kan basilikasına yöneldim. Adını Haçlı seferleri sırasında getirilen İsa’nın kutsal kanından almaktaymış. Fakat içine girilmediği için kilisenin ve meydandaki hükümet binasının resimlerini çekmekle yetinebildim. Ardından Onze-Lieve-Vrouwekerk’ı –Lady mizin kilisesi-görüp tarihi turu tamamlayacaktım. Burası 122 metrelik koca silueti ile çan kulesinden daha da yüksekti. Michelangelo'nun Madonna ve çocuk heykeli de burada sergilenmekteydi. Dünya gözüyle İtalya’dan farklı bir yerde Michelangelo'nun eserini de görmenin haklı gururunu yaşadım, yaşıyorum. Tekrar Markt meydanına dönüp ara sokaklardan Brugge kanallarını gezmeye başladım. Brugge; dantelleri, kanalları, çikolata ve birası ile meşhur. Brug meydanındaki dantel dükkanlarına halam ve annem için baktımsa da alamadım, almadım. Hem pahalı, hem de anneme hediye olarak aldığımda “senin çeyizine kaldırayım kullanırsın kızım” cümlesini kuracağı için başıma dert almadan pas geçtim. Sadece ablamın koleksiyonuna eklemek ve değişik olması için dantelden yapılmış kitap ayıracı aldım. Tabi özenti kişiliğim benim neyim eksik abla benim niye yok dememesi için kendime de bir tane aldım. Dolaşırken aradığım kitapçıyı-Brugse Boekhandel-da bulmuştum. Gittiğim her ülkeden o ülkenin dilinde ya da bulabildiğim dillerde Küçük Prens kitabını alırım ve burada Felemenkçesini ve Almancasını bulmak benim için paha biçilemez bir mutluluktu. Bol bol kanalların fotoğrafını çektikten sonra aktivitesi ve sesi fazlaca yükselen midemi daha fazla dizginleyemeyerek Markt meydanında gözüme kestirdiğim restaurantlardan birine gittim. Buranın meşhur beyaz şarap sosunda yapılmış midye-mosselen-moules- patates ve meşhur Belçika birası ile kendime ziyafet çekmiştim. Midyeler için fikrim nerde benim İzmirimin Mardinli muhteşem midyecileri derim. Hiç beğenmedim ama biraları süperdi. İçimi rahat ve yüksek alkol oranı ile çarpması temizdi. Ben Leffe’in darkını ve Hoegarden denedim. İkisi de gayet başarılıydı bence.
Kanalda yürürken takıldığım şu manzaranın farklı açılardan sayısız fotoğrafını çekmişimdir herhalde. Muhteşem değil mi?
Brüksel’e giderken ki durağım ilk olarak buranın sembolü olan ve kimyager ruhuma dokunan Atomium du. Andre Waterkeyn tarafından tasarlanmış olan bu devasa yapı 102 m. yüksekliğinde, dokuz çelik kürenin birleştirilmesi ile oluşuyor. Demirin iç merkezli kübik kristal yapısının 165 milyon kez büyütülmesinden yola çıkarak 6 ay gibi kısacık bir zamanda yapılmış. En yüksekteki 18 m çapındaki küreye hızlı merdivenlerle çıkarak Brüksel'i görmek gerçekten ilginçti. Bu arada hızlı merdiven lafın gelişi oluyor uçan merdiven gibi bişeydi. Ayrıca bu topun içindeyken kendimi disco topunun üzerindeki parıldayan aynalar gibi hissettim. Onlar kendilerini nasıl hissediyor bilmem ama ben onlar gibi hissettim.
Brüksel’in benim zihnimde yerleşen ismi “tatlı şehir” olarak kalacak. Çikolata sevmeyen, buzdolabında şans eseri alınmış bir çikolatayı yemeye tenezzül etmeyen insanın bile 3 tane yemesine sebep olacak kadar lezzetli çikolataları var. Şehirde dolaşmaya başladığınızda vitrinlerde gördüğünüz çikolata ve wafflelar serotonin seviyenizin ve haklı olarak mutluluğunuzun artmasına neden oluyor.
Brüksel’e giderken ki durağım ilk olarak buranın sembolü olan ve kimyager ruhuma dokunan Atomium du. Andre Waterkeyn tarafından tasarlanmış olan bu devasa yapı 102 m. yüksekliğinde, dokuz çelik kürenin birleştirilmesi ile oluşuyor. Demirin iç merkezli kübik kristal yapısının 165 milyon kez büyütülmesinden yola çıkarak 6 ay gibi kısacık bir zamanda yapılmış. En yüksekteki 18 m çapındaki küreye hızlı merdivenlerle çıkarak Brüksel'i görmek gerçekten ilginçti. Bu arada hızlı merdiven lafın gelişi oluyor uçan merdiven gibi bişeydi. Ayrıca bu topun içindeyken kendimi disco topunun üzerindeki parıldayan aynalar gibi hissettim. Onlar kendilerini nasıl hissediyor bilmem ama ben onlar gibi hissettim.
Brüksel’in benim zihnimde yerleşen ismi “tatlı şehir” olarak kalacak. Çikolata sevmeyen, buzdolabında şans eseri alınmış bir çikolatayı yemeye tenezzül etmeyen insanın bile 3 tane yemesine sebep olacak kadar lezzetli çikolataları var. Şehirde dolaşmaya başladığınızda vitrinlerde gördüğünüz çikolata ve wafflelar serotonin seviyenizin ve haklı olarak mutluluğunuzun artmasına neden oluyor.
Buradaki insanların mutlu hayat sürmelerinin nedeni; kişi başına düşen gelirin tatminkarlılığından mı, yoksa insanların 2 €’a bu muhteşem çikolatala+waffle lezzetini doyasıya yaşayabilmelerinden mi çözemedim. Buradaki bu mutluluk dolu geziyi Grand Place’in büyüsü ile yapmak ise muhteşemdi. Havanın kararması ile meydanın ve Hotel de Ville’in ışıkları göz kamaştırıyordu. İsminden otel olduğunu zannedebilirsiniz ancak belediye binası ve 1402'de Jacques Van Thienen tarafından yapılmış. Milyonlarca insanın büyülenerek baktığı bu binanın mimarı, yanlış yaptığı mühendislik hesaplarından dolayı kuleler arası mesafenin asimetrik olmasını kabullenemeyip intihar etmese olurmuş. Bence her zaman farklılık ve çeşitlilik güzeldir. Neyse bu da onun seçimi diyerek Brüksel’in sembolü olan 1619 yılında Jerome Duquesnoy tarafından yapılmış olan Manneken Pis heykeline-işeyen çocuk çeşmesi- yürürken davetkar kokulara dayanamayıp çilek ve muzlu waffleımı yedim. Çeşmenin okuduğum hikayesi ise şöyle; kral ulusal şenlikler sırasında tek ve biricik olan oğlunu kaybeder. Çocuk günler sonra Rue de l’Etuve’ün köşesinde işerken bulunur. Sonra bu köşeye olayı sembolize eden bronz bir heykel dikilir. Bu heykelin Bruksel halkı için neden bu kadar önemli olduğunu anlamasam da çikolatadan yapılmış olanı çok sevimli. Buradan sonra dönüş için kalan yarım saatimi Belçika biralarına adayarak geçirmek gayet cazipti. Aromalı biralarından denedim ama pek beğenmedim. Empas’ta Tuborg gençliği geçirip Efes’e geçmiş biri olarak aromalı bira damak tadıma hitap etmedi. Artık Amsterdam daki son akşamı yaşamak için 3 saat süren yolculuğa çıkmamın vakti gelmişti. Yola koyulduğumda yine aklıma Yılmaz’ın dedikleri gelmişti. Yol bir yere gitmiyordu o bir durma biçimiydi. Giderken aklımdan geçen yoğun düşünceler karar ve yargı aşamasındaydı. Tatil yazılarından sonra yazdıklarımla etkisini görebileceğinizi zannediyorum. Neyse Amsterdam da geçirdiğim son akşam için şehir merkezine vardığımda Rembrandtplein de bir puba gitmek ve ardından son kez coffeeshop akşamı yaşama fikri güzeldi. Otele döndüğümde yine ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise kaçınılmazdı.
Ertesi sabah uyandığımda kesinlikle akşamdan kalma bir haldeydim. Günü yeterince uzun yaşayacak olmam benim için kötüydü ama silkelenip kendime gelmek için gittiğim yerler bana yardımcı olacaktı. Bugünün programı Hollanda’nın meşhur peynirlerinin yapıldığı bir çiftlik ziyareti, Volendam ve dönüş uçağı için Köln’e hareketti. Tahmin edeceğiniz üzere çiftlik yolculuğu ve geçtiğim yerler tamamen bir sır perdesinin arkasında kalacak şekilde uyukladım. Gittiğim çiftliğin ismi ise not edilmeyi unutuldu. Fabrika gezisi ritüeli olarak peynir yapımı prosesini izledikten sonra fabrika satış mağazası tarzında bir yerden peynir aldım. Kahvaltıya dair hiç bir şey yemeyen bir kişilik olarak burada da rutinimi bozmayıp peynirleri tatmadan değişik olan denenmeli mantığıyla hareket ederek alışverişimi tamamladım. Bir kasabada bulunan bu fabrikada Hollada’nın meşhur yel değirmenlerinin bol bol fotoğrafını çekip ardından Volendam için yola çıktım.
Amsterdam’a bu kadar yakın olmasına rağmen fazlasıyla sessiz sakin bir sahil kasabasıydı. Tam filmlerdeki kafa dinleyip kitap yazmaya gidilen kasabalara benziyordu. Sahil boyunca soğuk havayı tüm ilik ve kemiklerimde hissederek yürüdüm. Buradaki hediyelik eşya satan yerlerden aile ve arkadaşlara bol bol magnet, anahtarlık ve biblo tarzı yeterli gereksizlikteki eşyaları aldıktan sonra limanı en köşeden gören D’Ouwe Helling adında bir restaurantta oturup buranın meşhur balıklarının tadına bira eşliğinde baktım. Gece 02:05’de olan uçağım için Köln’e gitme vaktim gelmişti. 5 saat süren yolculuğumun ardından akşam 9 civarında Dom meydanına varmıştım. Akşam tek bir kare güzel fotoğrafını yakalayamadığım muhteşem gotik mimariye sahip Köln Katedralini aklıma kazımakla yetinebildim. Çift kuleli katedralin uzunluğu 157 m ve kulelerinin uzunlukları birbirlerinden az da olsa farklı. Yapı Almanya´nın ikinci, Dünya´nın ise üçüncü büyük kilisesi. Katedralin girişinde gotik yapının izlerini açıkça görebileceğiniz İsa ve 12 havari heykelleri gerçekten çok etkileyiciydi. Bu görsel şöleni aklıma kazırken midem de boş durmayıp beni içten içe kazıyordu. Karnımı doyurmak için güzel ve şık bir İtalyan restaurantı buldum ve hemen pizzamı söyleyip tam bir İtalyan gibi davranarak şarap eşliğinde karnımı doyurdum. Artık havaalanına gitme vaktim gelmişti. Uçağım geç olsa da direk İzmir olduğu için çok şanslıydım. Bu şansıma yanımdaki iki koltuğun boş olması ve benim boylu boyunca uzanarak uyuyabiliyor olmam eklenince uçak korkusu şöyle dursun hostesler tarafından iniş için uyandırılmam güzelliği yanıma kar kaldı. İlk defa bir tatilimden son günden önce döndüm. Kesinlikle daha iyi oluyormuş. En azından tekrardan adapte olmak için zaman kalması güzelmiş. Bundan sonrada epeyce bir süre tatil görünmüyor ama Hollanda’nın sorgusuz sualsiz verdiği 6 aylık schengen vizesinin hakkını vererek 3 gün tek şehirlik bir seyahat olabilir. Bakalım geçen zaman ne gösterecek. Başka bir tatilde görüşmek üzere.
P.S:
*** Buraya koyabildiğim azıcık fotoğrafa aldanmayın 600 tane fotoğraf çektim. Yaşasın digital fotoğraf makinesi.
*** İmkanınız varsa mutlaka Amsterdam’ı özellikle Brugge görün. Gerçekten romantik ve nostaljik bir şehir.
*** Bol bol Belçika birası deneyin. Tatları mükemmel ama alkol oranı %10 dikkat derim.
*** Bol bol çikolata da deneyin. Çikolataları i-na-nıl-maz lezzetli. Belçika'ya özgü toffle çikolataları var yerken Intense reklamındaki Demet Evgar olabilirsiniz. Fiyatları da gayet uygun.
*** Bundan sonraki tatil hedefi kısa vadede bulunan ucuz uçak bileti ile tek şehir, yıllık izinde ise hayalim olan 7 farklı zaman diliminde hiçbir yere ve hiçbir şeye ait olmadan gezebileceğim Trans Sibirya yolculuğu. Zaman isteğimi gerçekleştirmek için umarım bana iyi davranır.
Situs Judi Slot Online Gacor Deposit Pulsa dan Judi Online
YanıtlaSilDaftar dan 군포 출장마사지 mainkan game 공주 출장샵 judi slot online gacor 대구광역 출장안마 terpercaya no 화성 출장안마 1 di Indonesia di situs judi online terlengkap MENANGJUDI BOLA. Main 제주 출장안마 game slot gacor 2021.