05.11 / 06.11.2011
Tatil yazısıyla tekrardan bloga geri dönmenin haklı gururunu yaşıyorum. Alkışa gerek yok zira boşladığım için üzgünüm ancak çok yoğun iş temposu ve karışık hallerimden dolayı yazamadım. Neyse tatilimi anlatarak sizi keyiflendirmeye,kendimi de mutlu etmeye başlayayım çünkü uzunca bir süre tatil görünmüyor.Şöyle ki dört günü ikiye bölerek aktaracağım baştan söyleyeyim sonra aman da her gün ayrı ayrı anlatacaktın hani verdiğin sözler denmesin.Neyse başlayayım...
Uçağımın Cumartesi öğlen olması epeyce işime gelmişti çünkü Cuma akşamı saat 7 de geldiğim Antalya seyahatimden ve geçirdiğim çok yorucu üç günden sonra çantamı hazırlamaya dermanım bile kalmamıştı. Genellikle seyahate çıkmadan önce derinlemesine bir araştırma yapar,gideceğim yer hakkında bilgi edinir mutlaka küçük Berlitz kitabımı da yanıma alırım. Bu sefer çantamı hazırlayıp edindiğim kaynakların ancak ve ancak çıktılarını alıp, kitabımı bile havaalanı D&R ınından alabilmiştim. Bu durum işime gelmedi de değil.Böylece uçak anksiyetemle baş edebilmek için yeterli okunacak envanterim olmuş oldu. Artık kendime de itiraf ediyorum ki ben uçakta bir garip oluyorum arkadaş. Korkmuyorum ama özgür olmadığım için bunalıyorum ya da net korkuyorum. Neyse dağıtmayayım uçakta önce çıktıları ve kitabı okuyarak Amsterdam için notlar aldım ardından ritüelimi yaparak Küçük Prensi’mi okuyup-ki her seyahate başlamadan önce mutlaka okurum- son olarak seyahat kitabıma geçtim.
Flughafen Dusseldorf Havaalanına yerel saat 6 da inip, Amsterdam a varmam saat 10:30 u bulmuştu. Bu kadar kitabı aralıksız okumaktan ve haftanın yoğunluğundan dolayı ciddi yorgundum ama tatil için çalışan ve yaşayan kimliğim ağır bastığı ve Amsterdam a gelirken ufak şekerlememi yaptığımdan bu muhteşem Cumartesi gecesini kaçıramazdım. Çantamı otele bırakıp kendimi dışarı attım. Otelden edindiğim harita elimde, aklımda ise güzel müzik dinleyip bir şeyler içme fikri vardı sadece.Tek ihtiyacım olan şey yürümekti. Önce Rembrandtplein e yöneldim ordaki mekanlara bakınıp beni pek açmadığından ya da hala yürümeye ihtiyacım olduğundan Leidseplein e yöneldim. Methini duyduğum Paradiso ya girip canlı müzik dinleyip bir İngiliz grupla sohbet ettikten ve kafamın kaldırabileceği gürültü şiddetini de yeterli dozda aldıktan sonra ordan ayrıldım. Artık coffee shopa gitme vaktim gelmiş,geçiyordu bile. Gecenin sonunda 3 civarında otele döndüğümde kesinlikle ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise kaçınılmazdı.
Ertesi günün Pazar olmasından dolayı bütün ören yerleri kapalıydı ve en mantıklı gezi planı Amsterdam çevresindeki yerleri gezmek gibi görünüyordu. Gittiğim yerlerde mutlaka saatlerce müze gezer, sayısız fotoğraf çekerim ancak bu sefer müze gezebilmek benim için hayalden öteye geçemedi. Hiçbir müzeye tenezzül etmedim,edemedim. Aslında bisiklet kiralayıp dolaşmakta kesinlikle bu Pazar günü için iyi bir fikirdi ama ben gittiğim yerde yürüyerek gezmeyi dar sokaklarda duvarlara elimi sürterek çocuklar gibi yürümeyi seviyorum. Sırtımda çantam, boynumda asılı fotoğraf makinamla ara sokaklarda kaybolurken kendimi buluyorum. Bu seferde bol yürüyüşlü çevre şehir turları benim için ideal olacaktı. Pazar gününün rotası belliydi.Rotterdam ve Delft. Kahvaltının ardından 1 saat uzaklıkta olan Rotterdam ilk durağımdı. Burası tam bir ticaret şehriydi. Büyük ve işleyen bir liman, her yerden çıkan tırlar ve deniz. Amsterdam'a oranla yüz ölçümü olarak çok daha büyük ancak nüfüs olarak daha küçük bir yerdi. Tabi buna Pazar günü faktörüde eklenince bir Avrupa şehrinde geçen Pazar gününde sokaklarda dolaşan tek kişinin ben olduğumu tahmin edersiniz. Bunun yanı sıra Rotterdam’da inanılmaz fazla Türk nüfusu varmış ve bir ritüeli de “Türkler her yerde arkadaş” diyerek tamamlamak istedim. Tamam tamam sustum. Burada sokakları tavaf edip bol bol fotoğraf çekip muhteşem liman manzarasına karşı kahvemi içtikten sonra burdan ayrılıp Delft'e hareket etme vaktiydi. Bu şehrin bana sunduğu en güzel şey ise Vermeer in İnci Küpeli Kız tablosunu dünya gözüyle görmek oldu. Vermeer resimde gölgeleme tekniğini kullanan ilk ressamlardandır ve ben tablolarını görmeyi çok istiyordum ki şanslıydım.
Delft için mavi biblo şehri desem hiç haksız olmam.Her yerde biblolar, mavi adamlar, kadınlar ve yaşlı amcalar doluydu. Ceren ve Özlem -ki benim en dostlarımdır kendileri-le bütün üniversite hayatımız boyunca annelerimizin bin bir emekle topladığı mavi ailelerle her içki masasında limiti aştıktan sonra dalga geçip eğlenmişken onlara buradan anı olarak birer mavi biblo almasam olmazdı. Onlara hediyelerini aldıktan sonra Subway den sandviçimi alıp dolaşarak yemek ve fotoğraf çekmek ise kesinlikle isabetli bir karardı. Burda da ara sokaklarda kaybolup kendimi bulduktan sonra artık geri dönüş ve kanal turu vakti idi.
Amsterdam ve kanallarını gezmek için en iyi seçeneklerden biri kanal turuydu bence. Bol bol fotoğraf çekip,bilgi almak içinde. Burada gezerken öğrendiklerim; Amsterdam a gider ve ilginizi çekerse evlerin dam larında makaralar olduğunu göreceksiniz. Amsterdam da evlerin ya da gittiğiniz yerlerde cafe,publarda v.s merdivenlerinin inanılmaz dar olduğunu da fark edeceksiniz. İşte insanlar taşınırken bu merdivenleri kullanamadıkları için evlerinin büyük camlarından makara yardımıyla eşyalarını taşıyorlar. Ayrıca evlerin çatılarının birbirinden farklı olduğunu da gözlemleyeceksiniz. Bu şekil ve yapı farklılıkları ev sahiplerinin meslek ve soylarının bir göstergesiymiş. Bir de Amsterdam da bütün devlet binalarında göreceğiniz 3 X simgesi var. Bu simge Ateş, Su ve Veba yı temsil etmekteymiş. Aslında bunlar tarih boyunca Hollanda nın savaş verdiği ögeler. Ateş ve Su hala devam ediyor tabi. Bu hayatınızın her alanında kullanacağınız elzem bilgileri de verdikten sonra devam ediyorum. Kanal turunu bitirdikten sonra artık Amsterdamı yürüyerek dolaşmaya kaldığım yerden devam edebilirdim.
Rotam büyük bir yuvarlak çizerek Amsterdam ı gezmekti. Waterloopleinde çiçek pazarından, Magere Brug u geçip, Heineken Experince Museum önünden,Hard Rock Cafe önüne sallandığımda fazlaca yorulmuştum. Leidseplein de biraz H&M alışverişi yapıp mağazayı kapattıktan sonra lezzetinde sürpriz yaşamayacağım bir yemeği hak etmiştim. Böyle durumlarda tercihim her zaman İtalyan restaurantından yana olur. Aslında Arjantin steak restaurantlarının methini duymuştum ancak kırmızı etten pek haz etmediğim için rağbet etmedim. Dört peynirli yeterli incelikte ki pizzamı Heineken eşliğinde yedikten sonra yürüyüşe kaldığım yerden devam etmek için enerjim yerine gelmişti. Amsterdam’da kanalları çözmek kolay olmuştu. Öğrendiğim ip ucu ile alfabetik sırayı tersten takip ederek Prinsengracht, Keizersgracht, Herengracht, Singel Dam meydanına ulaşmıştım. Burada kahvemi içtikten sonra Damrak caddesine yönelerek burayı dolaştım.
Sokağın hareketlenme ve vücudumun artık dinlenme vakti geldiği için Red Light District e gittim. Sokağı ve ara sokaklarını arşınladıktan sonra görece sokağa göre sakin ve bol kokulu bir puba oturdum. Pubda İsveçli bir kız grubuyla 10. dakika da kaynaşıp, 20. dakikanın sonunda ortamın etkisi ile muhteşem espriler yaparken kendimi buldum. İngiltere den bildiğim üzere kafam güzelken daha akıcı İngilizce konuştuğumu kendi kendime tekrar hatırladım. Fazlaca eğlenip güldüğüm güzel bir gece geçirdim. Otele döndüğümde kesinlikle ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise bu akşam da kaçınılmazdı.
Sokağın hareketlenme ve vücudumun artık dinlenme vakti geldiği için Red Light District e gittim. Sokağı ve ara sokaklarını arşınladıktan sonra görece sokağa göre sakin ve bol kokulu bir puba oturdum. Pubda İsveçli bir kız grubuyla 10. dakika da kaynaşıp, 20. dakikanın sonunda ortamın etkisi ile muhteşem espriler yaparken kendimi buldum. İngiltere den bildiğim üzere kafam güzelken daha akıcı İngilizce konuştuğumu kendi kendime tekrar hatırladım. Fazlaca eğlenip güldüğüm güzel bir gece geçirdim. Otele döndüğümde kesinlikle ben ben değildim güzel ve deliksiz bir uyku ise bu akşam da kaçınılmazdı.
P.S:
*** Amsterdam kesinlikle yaşayabileceğim ikinci Avrupa şehri. Bütün Avrupa şehirlerinin ortasından geçen nehir-Amstel- etrafındaki yerleşim güzeldir. Amsterdam da bu doku muh-te-şem. Fazladan daha da şahanesi kanallar ve köprüleri. Bilirsiniz benim için köprüler özeldir.
*** Amsterdam "Özgürlüklerin Şehri" lafına hakkını veriyor ama en çok da özgürlük kelimesine. Evet bildiğiniz serbestlikler var ama kimse kimsenin haklarına tecavüz etmeden özgürlüğünü yaşıyor olması en güzeli. Zihninizde bu şehir için taşkınlıkların yaşandığı, hırsızlığın bol olduğu ve güvenliğin olmadığı fikri canlanıyorsa kesinlikle yanılıyorsunuz. Bir çok Avrupa şehrine oranla kesinlikle çok daha güvenli ve korumalı.
*** Red Light District için ise kırmızı ışık Bülent Ersoy u bile güzel gösterir derim. Cidden efsunlu bir ışık, kızlar çok güzel. Kızlarda gördüğüm fosforlu, parlayan iç çamaşırları ise can yakan cinstendi. Erkek mantığını anlayamayabilirim ama yine de cinselliği ne olursa olsun para ile yaşama zihniyeti çok itici. Dolaşırken gördüğüm ve hızlıca arkadaşlarından ayrılarak davetkar bayanların teklifine hayır demeyip açılan kapılardan içeri giren Türk erkek grupları ise nedense beni hiç şaşırtmadı.
*** Hollanda biralarına da değinmek isterim. Amstel net çirkin Heineken candır.
*** Paul Coelho’nun son kitabı Elif yolculuk içinde yolculuğu derinlemesine yaşayabileceğiniz güzel bir kitap tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
İki kelamda sen et!!